29 Şubat 2008 Cuma

Gerçeğe Doğru-1 kitap özeti

Bebeklerin karaciğerine iki yıllık demir ihtiyaçları depo edilmiştir. Anne sütüne demir eksik diyerek demiri bol mamalar üretmiş, iki yıl demir depolanmış bebeğin bağırsaklarına ömür boyu sürecek rahatsızlıklara yol açmıştır.

Karganın sesini yavrusunun kulağıyla dinleyemiyor, fareyi kedinin zevkiyle seyredemiyoruz.

Akdenizin kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusundaki su kütlelerini inceledik ve Akdenizden tamamen farklı olduğunu gördük. Bu kanun sıvılardaki yüzey gerilimi konusudur. Hareketli su kütlelerini birbirinden ayıran bu engel molekülleri bir arada tutan kohezyon kuvvetinin her iki sıvıda farklı olması sebebiyle meydana gelmektedir. Yüzey Gerili Kanunu, herşeyi ıslatan o suları böcekler için kupkuru yollar haline çevirmiştir.

“İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.” Bediüzzaman

Firavun’un cesedi mumyalanmadığı halde 3000 yıldır bozulmamıştır ve secde halindedir. Ayeti ispatlar niteliktedir.

Dünya ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor.

Kalbin kas dokularından arındığı ve o bölüme ait bilgilerin hala netliğe kavuşamadığı bölgesinde Allah yazmaktadır. Ufacık kalbimizin kan pompaladığı damarların toplam uzunluğu 150000 km’ye ulaşır. Kanın tamamı dünya çevresinin yaklaşık 4 katı olan bu mesafeyi 13 saniye gibi çok kısa bir süre içinde devrederken, kainatın yüce yaratıcısına ait kudreti açıkça ilan eder.

Kar tanelerinin hiçbiri aynı değildir.

Mekke’yle Medine arasında kısa bir yol yapmak için ihale açılmış. İhaleyi en kısa yol teklifiyle Allah Resulünün hicrette takip ettiği yol ile kılı kılına çatışan yol çizmiş olanlar kazanmıştır.

Petek altıgen şeklinde yapıldığında hem en geniş mekan hem de balmumundan tasarruf edilmiş olur. Arıya bunu ilham eden Allah’tır.

Allah (c.c) ismini teşkil eden harfler tek tek kaldırılsa, mana bozulmaz ve yine Cenab-ı Hakka delalet eder.

Ölüm anında, önce zihinde akıl almaz bir gelişme olur. Kulaklar daha uzakları duyarken, gözler öteleri seyredir ve gözbebekleri yeni bir gerçeğin seyrini ilan edercesine büyür. İnsan hafızası olağanüstü bir netlikle, hayatın adeta hızlı bir band şeridini sunar.

Ölüm anında, ağır hastalarda dayanılmaz kokular birdenbire kaybolur.

“Gözlerimizi oymuşlar,şimdi de göremiyoruz diye bizi kınıyorlar.” Malcolm X

“Elimizde olan şeyleri çok seyrek düşünürüz, eksik olanları ise daima.” Schopehaur

Armstrong, aya ilk ayak bastığında ezan sesini duyduğunu ve ürperdiğini, bunun ezan sesi olduğunu Mısır’da öğrenerek İslamiyet’i seçtiğini belirtir.

Embriyonun gelişim safhaları 1974’te herkes tarafından kabul edilirken Kur’an bu gerçeği 1400 yıl önce belirtmiştir.

Dünya süslü bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişler.

Kur’an dinletilen hastalar stresten kurtulmuşlardır. Bu da Kur’anın bir şifa olduğunu gösterir.

“İnsanlık herşeyini Hz. Muhammed’e (SAV) borçludur.” Goethe

“-Ekildiğin, yeşerdiğin, çiçeklendiğin zaman, kimbilir ne kadar sevinirsin toprak!…

-Seccade olduğum zamanki kadar değil.” Arif Nihat Asya

“ ‘Mama, cici, atta’ deyişimiz görülecek şey, biz sana dilimizi öğretmeye çalışırken sen bize dilini öğrettin çocuk.” Arif Nihat Asya

AIDS, hadiste dabbet’ül arz olarak ifade edilir ve AIDS’in sebebi olan yeşil maymunun tarifi yapılır: Yüzü insan yüzü gibidir, gagası kıllıdır, üzerinde her çeşit hayvanın rengini taşır ve dört ayaklıdır. Ayrıca dabbenin müminin yüzünü pırıl pırıl, kafirin ise simsiyah keseceğinin belirtilmesi, AIDS hastalarının yüzlerinde görülen karalıktır. Kaçsa da ondan kurtulamayacak denilerek AIDS’in 6-7 yıl sonra belli olacağı için ondan kaçış yok ve hadislerde belirtildiği gibi geçmişlerde görülmemiş, bilinmeyen bir hastalık olarak felaketlere sebep olacaktır.

İtalya’daki Vezüv Yanardağı’nın M.S. 79 yılında patlamasıyla Roma’nın aşırıya kaçmış, rezil kavmi Pompei’nin ve halkının helak olmasına yol açmıştır. Yasin Suresinin 29.ayetindeki şiddetli patlama ve sarsıntı ifadelerinin Vezüv’ün ilk patlamalarını anlatması mümkündür. Hz. İsa’ya idam kararı veren jüri üyelerinden hayatta kalanlarda böylece ölmüştür.

İnsanın yaratıldığı balçık incelenmiş ve enerji yüklü olduğu tespit edilmiştir. İnsan vücudunda bulunan elementler toprağı yapan unsurlardır.

Şimşekler çakıp gök gürlediğinde nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır; fakat kezzap yerine gökten yağmur yağar.

Oruç, vücudun senelerdir depo ettiği zehirleri ve pislikleri dışarıya atmanın en tabii yoludur. Oruç vücudun ve düşüncenin hassasiyetini arttırıyor. Oruç bıçaksız ameliyattır.

Hastalar yemek yiyemez, çünkü tehlikeye maruz kalan vücut, hazım ile uğraşmayı istemez.

Kimya elementleri atom sayılarına göre yerleştirilince grafikte Allah yazısı oluşur.

Misvakın dişleri beyazlatan ve koruyan yapısı yeni anlaşılmıştır.

İnsan beyin zarının büyütülmüş hali, kainatın küçültülmüş haritasıyla aynı şekildedir.

Zamanın değerini, yapacak işi olan kimse bilir. (Atasözü)

Sessizlik çok şeyi cevaplar. (Atasözü)

Allah insanın yüküne göre yardım eder. (Atasözü)

Güzellik bakan kimsenin gözündedir. (Atasözü)

Doktorların hataları toprakla örtülür. (Atasözü)

Çan’ın niçin sesi çok çıkar? İçi boş olduğu için… (Atasözü)

Naziat Suresinin 30. Ayetinde: “sonra arzı söbüleştirdi…(Yuvarlaklaştırdı, deve kuşu yumurtası şeklini verdi)” buyurularak dünyanın elips şekli gözler önüne seriliyordu.

Her elma içindeki vitamin, insanın günlük ihtiyacı kadardır. Bu vitaminin korunması amacıyla +2 değerli demir ve meyve asidi Allah tarafından elmaya verilir. Asidin mideye zararını ödemek amacıyla da her elmada meyve asidinin tesirini iptal eden karbonat iyonları dercedilmiştir.

“Öyle dualarımız vardır ki, kabul edilseler daha bedbaht oluruz.” C. Şahabettin

“Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim, kölesi değil.” C. Şahabettin

“Aczini duymayan adam, hakikaten kuvvetli değildir.” C. Şahabettin

“Herkes başkasına, hakikatte kendi layık olduğu muameleyi reva görür.” C. Şahabettin

Bir kelime 6000 defa ses tellerimizde titreştikten sonra ağzımızdan dökülür.

Piri Reis, Kolomb doğmadan önce Amerika’yı da kapsayan bir harita çizmiştir. Kenar yazılarında 1465’de, yani Kolomb’dan 27 yıl önce, Amerika’nın doğu kıyıları Antilya adıyla Osmanlı Mülküne resmen kaydedilmiştir.

Arapça fiil çekimleri, şahıs zamirleri ve kelime türeyişleri ile çok zengin ve kıvraktır. Ayrıca anlam kaymalarını engelleyen bir yapısı vardır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanılan dil olması itibariyle öğrenimi ve telaffuzu daha kolaydır.

27 Şubat 2008 Çarşamba

Araba Sevdası Recaizade Mahmut EKREM

Kitabın Konusu

Bir görüşte aşık olan Fransız hayranı savurgan bir şahsın, kendi kendine gelin-güvey olarak yaşadıklarını anlatmaktadır.

KİTABIN ÖZETİ

Bihruz Bey zamanındaki İstanbul’da yaşayan, pek şık giyinmesini seven ve validesinin yardımıyla geçinen, kibirli ve kendini dekolte gören, genç bir beydir. Her yıl olduğu gibi, baharın gelmesiyle Bihruz Bey’in de içi hoş olur ve sık sık gezintilere çıkar. Bir gün gelir ve lando diye tabir edilen ve bir o kadar da şık olan sarı renkli at arabasına biner. Arabasından indiğinde güzel bir lando daha gelir ve içerisinden iki hanım iner. Biri Periveş adında güzel, yirmi yaşlarında, sarışın bir hanım ve diğeride Bihruz Bey’in sarışın hanımın hizmetkarı sandığı yaşlıca bir kadındır. Bihruz Bey, blond diye tabir ettiği sarışın hanıma gönlünü kaptırır. Bu hanımların arakalarından yürür ve hanımların bu yere bir sonraki Cuma geleceklerini öğrense de gelecekleri saati öğrenmek nasip olmaz. Bir anda Keyfi Bey’in çıkması ile Periveş hanım hızlıca kaçar ve Bihruz Bey her ne kadar takip etmeye çalışsa da izini kaybeder. O günden sonra bu sarışın güzel, Bihruz Bey’in aklından hiç çıkmaz.Yüz Temel Eser Özetleri, Kitap Özetleri, Roman Özetleri, Yüz Temel Eser, Özet

Bihruz Bey sarışın hanım için bir mektup ve alıntı bir şiir yazıp, gönderir. Fakat daha sonra şiirde anlamını bilmediği bir sözcüğün, ona değil de sarışın yerine esmere hitap ettiğini öğrenince kahrolur. Bu sırada borçlarının kabarması üzerine paraya ihtiyaç duymaktatır. Bu yüzden köşkü satmayı düşünse de validesi buna izin vermemektedir. Keyfi Bey ile konuşurken Keyfi Bey’in yalandan söylediği sarışın güzelin (blondun) öldüğü haberini alır. Bunun üzerine Bihruz Bey sanki çok büyük bir aşk yaşamışlar gibi kendini kahreder, günlerce ağlar.

Daha yeni kendine geldiği anda dışarı gezintiye çıkmıştır. Üsküdar vapuruna yaklaşır fakat onu kaçırır. Vapur henüz iskeleden ayrıldığı anda Periveş hanımın vapurda oturduğunu görür. Bir anda büyük bir heyecana kapılır ve sevinçten gözleri ışıldar. Keyfi Bey’in yalanını suratına çarpmak hevesiyle Keyfi Bey’in yanına gider fakat Keyfi Bey ikinci bir yalanla o gördüğü kişinin Periveş hanım olmadığını ve ona çok benzeyen bir çalışanı olduğunu söyler. Bunu üzerine Bihruz Bey tekrar yıkılır. Bu esnada alıcaklılar Bihruz Bey’i sıkıştırmaktadır.

Bihruz Bey’in arabacısı olan Andon bir gün Bihruz Bey’in emri üzerine onu bekler ve Bihruz Bey’in geri dönmemesi üzerine köşke doğru yola koyulur. Bu esnada arabayı çizdirerek ufak bir kaza yapar. Bundan Bihruz Bey’in haberi olmadan kurtulmak amacıyla arabayı tamir fabrikasına götürür. Fabrikasında Bihruz Bey’in arabasını gören Kondaraki, onca uyarılara rağmen Bihruz Bey’in borcunu ödememesi üzerine arabaya ve hayvanlara el koyar. Bunun üzerine Andon çaresiz köşke gider ve olanları Bihruz Bey’e anlatınca işten kovulur. Kondaraki daha sonra Bihruz Bey’e nisbet olurcasına Andon’u işe alır.
Bihruz Bey validesinin isteği üzerine İstanbul’dan ayrılmayı düşünürken bir yıl daha burda geçirmeye karar verir. Bu esnada Müsyü Piyer ara sıra gelmekte ve beraber çalışmaktadırlar. Bir gün Bihruz Bey çarşıda gezerken o sarışını tekrar görür ve blondunun çalışanı olarak sandığından aşık olduğu sarışın kadının mezarını öğrenmek maksadıyla hanımın peşine koyulur. Ara bir sokaktan geçerken nazik bir şekilde durumu izah eder. Sonra da aşık olduğu o sarışın hanımın aslında o çalışan kadın olduğunu ve o gün geldikleri güzel arabayı kiraladıklarını diyer bir tabir ile zengin olmadıklarını öğrenir. Bunun üzerine yalan aşkından dolayı Bihruz Bey bir daha yıkılır. Sarışın hanım da alay ederek yoluna devam eder.

KİTABIN ANAFİKRİ

Bu eserden dış görünüşün insanı yanıltabileceği ve dış görünüşe fazla aldanılmaması gerektiği yargısı çıkarılmaktadır. Bunun yanında insanın olayları kendi istediği gibi agılamayıp gerçeği görmesinin gerektiği, o zamanlarda görülen ve yabancı hayranlığından kaynaklanan Fransızca ile karışık bir dil kullanma durumunun kişilerin anlaşmasında zorluklar yarattığı ve önyargılı davranışların insanı ne derece hataya sürüklediği anlatılmaktadır.

KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bihruz Bey: Şık görünmeyi seven, valide parasını yiyen tutarsız ve savurgan bir gençtir. İnsanların dış görünümüne önem verir. Kendi kendine gelin ve güvey olur. Olayları işine geldiği şekilde algılar. Umursamaz ve düşüncesiz bir karaktere sahiptir. Gittiği heryerde tanıştığı her insanla Fransızca konuşarak tiraj yapmaya çalışır.

Periveş Hanım (blond): Bihruz Beyin zengin bir hanım sanıp, gönlünü kaptırdığı kişidir. Gerçekte zengin değildir. Alaycı bir karaktere sahiptir. Sarışın, yirmi yaşlarında, orta boylu ve güzel bir kızdır.

Keşfi Bey: Bihruz Bey’e yalan söylemiştir. Şakacı bir yapısı vardır.

Mişel: Bihruz Bey’in hizmetkarıdır. Her zaman kibar görünür ve Bihruz Bey gibi Fransızca ile karışık bir dil konuşur.

Andon: Bihruz Bey’in arabacısıdır. Bihruz Bey’in sarı renkli şık arabasını verilen emirler doğrultusunda kullanır. Bihruz Bey’den oldukça korkar.

Müsyü Piyer: Bihruz Bey’e öğretmenlik yapan, ona kitaplar getirip, okuyan orta halli bir profesördür. Geçimini biraz da Bihruz Bey’in yardımıyla sağlar.

Kondaraki: Araba tamir fabrikasının müdürüdür. Bihruz Bey’in arabasını pek beyenmiş ve göz koymuştur.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitap yazılan ilk realist roman olmasına rağmen okuyucuyu dili yönünden zorlamaktadır. Kitapta yabancı hayranlığı, dış görünüşe önem verme, maddiyatçılık, önyargılı davranma vb. gibi toplumda o zamanlarda sık görünen sorunlar ele alınmıştır.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ

Recaizade Mahmut EKREM; “Araba Sevdası” romanıyla Türk roman tarihimizde, romantizmden realizme geçen ilk romancımız ünvanını kazanır. Tanzimat edebiyatımızın en önemli şairleri ve yazarları arasındadır. İsatnbul’da Vaniköy’de doğdu (1 Mart 1847), Takvimhane Nazırı Recai Efendinin oğludur. İlk öğrenmini, zamanın bilim ve sanat adamlarından olan, babasından aldı. Beyzıt Rüştüyesi’nde Harbiye İdadisi’nde okudu. Hariciye nezareti Mektubi Kalemine memur olarak girdi (1862). Fransızcasını iyice geliştirdi. Namık Kemal’le tanıştı; eski şiirden vazgeçip Batı edebiyatına yöneldi. “Tasvir-i Efkar” gazetesine yazmıya başladı. Namık Kemal Avrupa’ya kaçarken gazatenin idaresini ona bıraktı (1867). Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu (1877); Mekteb-i Mülkiye’de, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) de edebiyat öğretmenliği yaptı (1880-1887) ve Maarif Nazırlığında bulundu (1908). Ayan Meclisi’ne (Senatoya) seçildikten bir süre sonra öldü (31 Ocak); vasiyeti üzerine, Küçüksu’da oğlu Nijad’ın yanına gömüldü (1914).
Reacaizade Mahmut Ekrem; şiir, eleştiri, hatıra, çeviri, inceleme, hikaye, roman, tiyatro alanında 25’i aşkın eser vermiştir. En tanınmışları: Afife Anjelik (piyes, 1870); Yadigar-ı Şebap (Gençlik Hatırası, şiirler, 1872); Atala (çeviri roman, 1872); Vuslat-yahut-süreksiz Sevinç (piyes, 1875); Talim-I Edebiyat (edebiyat bilgileri, 1879); Zemzeme (şiirler, 3 cilt, 1882-85); Takdir-i “Elhan” (eleştiri, 1886); Muhsin Bey (hikaye, 1890); Pejmürde (şiirler, 1893); Şemsa (hikaye, 1893); Araba Sevdası (roman, 1896); Nijat Ekrem (mensur, manzum şiirler, anılar, 1911); Çok Bilen Çok Yanılır (piyes, 1914).

25 Şubat 2008 Pazartesi

DAĞA ÇIKAN KURT Halide Edip Adıvar

Olay bir şairin yazar bir Fransız kurt masalını anlatması ile başlar.Şair yazara söz vermesine rağmen kurt hakkındaki şiirini bir türlü yazara gönderemez. Yazar beklemekten bıkar ve kendini kurt hülyaları içinde bulur.
Karacaaahmet mezarlığı civarında fakir ve yoksul olan küçük bir evin çocuğudur.Babasını savaşta kaybetmiştir. Annesi her akşam eve geşmesini beklemekte ve getireceği ekmeği yiyerek karnını doyurur.Fakat o akşam annesi biraz gecikir. Sonunda annesi karşıda görünür.Fakat elinde ekmek yoktur.Aç kalacağını anlar. Vakit artık geç olmuştur ve yatarlar.Çocuk yatakta annesi ise yarı tahta yarı hasır bir yatakta yatmaktadır.Gece çocuk yatağının üstünde bir şeylerin kıpırdadığını hisseder fakat bunun annesine anlatmaz.Hafifçe gözlerini açar.Karşısında savaştan çıktığı her halinden belli olan, her yanı yara bere içinde ve ağzından kan damlayan bir kurt durmaktadır.Bu durum babasının anlattığı bir kurtmasalını anımsatır.
Bir gün ormanda bütün hayvanlar birbirine girer.Bozulmadık yuva,ezilmedik çalı, çiğnenmedik ot kalmaz.Kısacası taş taş üstünde kalmaz. Uzun süre bu böyle devam eder. Hayvanlar birbiri ile konuşmazlar ve birbirine düşmanca hareket etmeye devam ederler.Bunun böyle gitmeyeceğini anlayan ormanın en yaşlısı olan fil bir toplantı yapmak ister ve bütün hayvanların bir araya gelmesini ister. Toplantı yapılır ve toplantıda artık düşmanca tavırların bırakılacağıve dostluk içinde yaşanması gerektiği kararına varılır.Bu kararda şu sonuç çıkıyordu.Her hayvan kendi bölgesindehür ve serbest olarak gezebilecekti.Etçil hayvanlar bu duruma pek rıza göstermedi ama yine de boyun eğdiler.Otçul hayvanlar bu duruma çoktan razı idiler.Yine de hayvanlar arasında bir takım huzursuzluk olduğu meydandaydı.Sonunda bu huzursuzluğunun sebebinin kurt oldduğu ortaya çıktı.Topluca kurt diyarına saldırdılar.Yıkılmadık yer bırakmadılar.Kurt bu bozgun karşısında öcünü almak için dağa çıktı.


3.KİTABIN ANA FİKRİ

Genel olarak kitapta, toplumsal olaylara ne kadar ilgisiz kaldığımız ve olayların karşısında bu ilgisizliğin bizlere nelere mal olduğunu anlatmaya çalışıyor.

4.KİTAPTAKİ ŞAHISLARINDEĞERLENDİRİLMESİ

Kitap birçok hikâyeden oluştuğu için belli bir şahıs yoktur.Onun için şahıs değerlendirmesi yapmak mümkün değildir.

5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitap okuyucuyu sıkmayan, akıcı bir üslûpla yazılmıştır.Okumak isteyenlere tavsiye edebileceğim güzel bir kitap.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ

Halide Edip ADIVAR

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin tanınmış edebiyatçılarındandır. Öğretmenlik ve müfettişlik yapmıştır.Amerika, Hindistan’da birçok konferanslar vermiştir.1950-1954 yılları arasında İzmir miiletvekilliği yapmıştır.İlk eserlerinde modern tipler ön plânda iken daha sonraları Anadolu insanlarını tanıyarak eserlerine konu eder.Birçok gazete ve dergide yazıları yayımlanmıştır.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Çanlar Kimin İçin Çalıyor Kitap Özeti

Roberto Jordan; sari saçli, rüzgar ve günesle yanmis yüzü, ince yapiliydi. Çok zor bir göreve seçilmisti. Gerçi daha önce birçok defa yaptigi islerden biriydi ama yinede General Golz onu bu görev için bizzat kendi görevlendirmisti. General Golz, Roberto Jordan ‘in simdiye kadar çalistigi en iyi general olmasina ragmen, tümeninin taarruza baslamasiyla beraber köprüyü uçurmasi gerekecekti. Uçaklarin bomba sesleri duyulunca köprü uçmus olacakti.

Asagida yasli adam onu arabada beklemekteydi. 68 yasina ragmen dinç ve kuvvetli bir görüntüsü vardi. Dagda Amerikaliya yardim edecek çetelerin hepsini taniyordu. Gerçi çogu ise yaramaz adamlardi ama tren isini iyi yapmislardi. Kashlein görevini çok iyi yapmis, treni bölgedeki çetelerle beraber havaya uçurmustu. Daha sonrada baska bir is esnasinda ölmüstü.

Yasli adam Roberto ‘yu köprüye götürdü. Köprünün iki yaninda iki nöbetçi vardi ve biraz uzaginda 7 askerin kaldigi bir karakol vardi. Dinamitleri, yarim saatlik uzaklikta bir tepede olan Pablo’ nun yerine götürdüler. Agaçlarin arasinda olan bu yerde Pablonun dört ati vardi. Pablo 50 yasini geçmisti, çok akilli ve tecrübeli bir adamdi. Tren isinde o da vardi. Çingene, Fernando, esi Pilar ‘da. Tren isi esnasinda kurtardiklari Maria’ yi hepsi de tasimislardi.

Pablo Cumhuriyetçiydi, çetelerin hepsi Cumhuriyetçiydi. Ama köprü isini ögrendiginde Pablo ‘nun hosuna gitmedi bu is. Tren isi daha mantikli idi. Onun kadar kampta sözü geçen Pilar, Roberto ‘yu destekleyince digerleri de desteklediler. Pilar baskanligi Pablo ‘nun elinden aldi ve köprü için Roberto ‘ya yardim edecegini söyledi. El Sordo (diger çete reisi) ‘nun da yardim edeceginden süphe yoktu. Daglarda yüzlerce adam olmasina ragmen El Sordo ‘nunkilerle beraber topu topu 18 kisi bulabilmislerdi. Digerleri güvenilir degildi. Köprünün imha edilmesinden dolayi Pilar ve Sordo adamlariyla beraber bu bölgeyi terk etmek zorunda kalacaklardi. O aksam Sordo gelmeyince ertesi gün Pilar ve Maria ‘yla beraber, Roberto Jordan El Sordo ‘nun yanina gitmeye karar verdiler. Maria trenden baygin halde kurtulmustu. O zamanlar saçi tamamen kesilmis olmasina ragmen, büyüdükçe Maria güzellesmisti. Daha tamsah bir gün olmasina ragmen Maria ve Roberto birbirlerini sevmislerdi. Pilar, Roberto ‘dan bu is bitince kizi götürmesini istemis, Roberto ‘da kabul etmisti.

El Sordo Cumhuriyetçi ruhunu daglarda koruyan ender çete reislerinden biriydi. Roberto Jordan, El Sordo ‘nun kendisine yardim edeceginden emin olmustu. Alti at vardi. El Sordo, daha sonraki kaçis için gereken atlari bulmak için gayret gösterecegini söyledi. Ne de olsa köprü isinden sonra buralardan gitmek zorunda kalacakti.

Roberto, Maria ve Pilar aksama dogru barinaklarina döndüler. Pablo köprü isinden yana degildi. Roberto Jordan onu öldürmek zorunda oldugunu biliyordu. Diger adamlarin hepsi de onun ölmesini istiyorlardi. Köprü isini bozabilirdi Pablo. Bir an magaradan disari çikan Pablo ‘nun kaçtigini düsündü herkes. Çünkü kaçarken birkaç dinamit lokumu da götürmüstü.

Roberto disarida yatmaya aliskindi. Gece bayagi ilerlemis ve Maria ‘nin güzelligi onu büyülüyordu. Maria sicacikti. Bir ses üzerine arkaya dönünce Fasist Süvarilerden birini karanliklarin arasindan zorda olsa seçebildi. Tabancasiyla onu vurdu. Tam kalbine gelmisti mermi. Diger süvarilerinde gelmesi yakindi. Adamlariyla beraber pusu kurdu ve kardan ayak izini takip etmesini bekledigi diger süvarileri bekledi. Süvariler bekledikleri gibi geldiler. Onlari farketmemislerdi, ama ilerlemelerine devam edip gittiler.

Silah sesleri Sordo ‘nun barinagindan geliyordu. Atlari satan Sordo ‘nun yerini bulmuslardi. Birkaç saat sonra silah sesleri kesildiginde Sordo ve adamlari ölmüstü.

Artik yalnizdilar. Andreas ‘i, Roberto ‘nun verdigi notu götürmek için General Golz ‘un yanina gönderdi. Köprü sabaha uçurulacakti.

Pablo gece yarisi bes abamla geldi. Pablo kaçamamisti. Ihaneti kendine yedirememisti. Roberto Pabloyu karsisinda görünce ümitlendi. Köprü isi olabilirdi.

Pilar ve yanindakiler üstteki karakolu, Pablo yeni getirdigi bes atli ile alttaki karakolu imha edecekti.

Uçaklarin bombalari sabaha karsi duyuldu, Anselmo ve Roberto köprüdeki iki nöbetçiyi öldürdüler. Roberto dinamitleri yerlestirirken acele edemezdi. Neredeyse basarmak üzereydi. Diger iki karakoldan silah sesleri ardi ardina geliyordu. Dinamitleri yerlestirdi ve Anselmo ile beraber ipi germeden köprüden bir miktar uzaklastilar. Pilar ve yanindakiler karakolu halletmislerdi ama iki adami ölmüstü Pilar‘in. Roberto ipi çekti ve köprü ortadan ikiye ayrildi. Gökden yagan demir parçalarindan biri Anselmo ‘yu öldürmüstü. Yasli adam çok küçük gözüküyordu.

Pablo tek basina kurtulmustu tanktan. Karakolu imha edememislerdi ama Pablo tek basina kurtulmustu. Artik herkese yetecek kadar at vardi. Maria çok seviniyordu, Roberto yasiyordu. Atlarla hizla ilerliyorlardi. Pablo ‘nun kaçmak için çok güzel planlari olsa gerekti.

Bayiri çiktikça Roberto ‘nun ati yavasliyordu. Zavalli hayvanin nefesleri bile hizlanmisti. Büyük bir gürültü ile Roberto ‘nun ayagi, düsen atin altinda kalmisti. Ayagi kirilmis ve kirik kemik Roberto ‘nun kaslarini yirtmisti. Daha fazla ilerleyemezdi. Yardima gelenlerle vedalasip, orda kalmak istedigini söyledi. Digerleri giderlerken, biliyordu. Daha General Golz ‘dan emir alirken böyle olacagini biliyordu.

11 Şubat 2008 Pazartesi

20. Yüzyıl Konuşmaları

KİTABIN ADI 20. Yüzyıl Konuşmaları
KİTABIN YAZARI Brian MACARTHUR
YAYIN EVİ VE ADRESİ Remzi Kitapevi
BASIM TARİHİ Eylül 1995
KİTABIN YAYIM MAKSADI 20.Yüzyılda damgasını vuran konuşmaların içeriği ve neden olduğu gelişmelerin açıklamaları.
KİTABIN ÖZETİ :
Hitabet sanatının el kitabı niteliğindeki bu antoloji, kitlelerin nabzını tutan, insanlık ve dünya tarihini en etkili silahla; sözle yönlendiren hatiplerin en önemli konuşmalarını içermektedir.
Çeşitli ülkelerden liderlere ait toplam 142 konuşmanın yer aldığı; “20.Yüzyıl Konuşmaları” isimli bu antoloji her konuşma metnini üç ana kısma ayırıyor: İlk kısımda hatibin hangi şartlar ve olaylar içerisinde bu konuşmayı yaptığını, toplumun / dinleyicilerin ve kendisinin beklentisinin ne olduğu gibi son derece yararlı ayrıntılara nutuk metinleri öncesinde yer veriyor. İkinci kısımda ise konuşma metni yer alıyor. Ve son kısımda, konuşma metninin hemen ardından, konuşmanın hangi olay ve gelişmelere neden olduğu, toplumda ve siyasal – politik hayatta ne gibi değişikliklere yol açtığı da bilgi olarak okuyucuya sunuluyor. Böylelikle okuyucu, konuşmanın bünyesinde barındırdığı etkiyi, toplumları ve olayları yönlendirme gücünü, konuşmanın yapıldığı tarih ve ülkeye ait şartları öğrenerek daha iyi yakalayabiliyor.
“The Times”, “Today”, “Western Morning” ve “Sunday Times” gibi dergi ve gazetelerin editörlüğünü yapan Brian MacArthur, edebiyat dünyasına kazandırdığı bu son derece faydalı eseriyle, ister Çekoslovakya’da ahlakın bozulmasına yol açan zehirin köklerini kazımayı amaçlayan Vaclav Havel’in, ister ülkedeki muhalif sanayicileri kendi safına çekmeye çalışan Churchill’in, askerine dövüşecek gücü ve cesareti aşılayan Genaral Patton’un ya da kadınlara oy hakkı elde ettirmek için mücadele eden Emmeline Pankhrust’un, isterse modern başkanlık konuşmalarına standart oluşturan J.F.Kennedy’nin konuşmalarında barınan sihirli gücün, insanların tutumlarını, düşüncelerini de inançlarını özelliğini taşıyan bu antolojide yer alan konuşmalar, 1899’dan başlayark kronolojik sırayla, yüzyılımızdaki büyük olayların akışına paralel biçimde sunulmaktadır. Eski ABD başkanlarından Theodore Roosvelt’in konuşmasıyla başlayan ve günümüz İngiltere Kraliçesi 2.Elizabeth’inkiyle son bulan antolojide, İrlandalı yurtsever Patrick Pearse gibi büyük eylem adamlarının, William Faulkner gibi büyük edebiyatçıların, Julius Oppenheimer gibi bilim adamlarının, Betty Friedan gibi kadın hareketi öncülerinin, Churchill’den Gandhi’ye oradan Reagan’a kadar pek çok devlet liderinin de konuşmalarını bulmak mümkün. Bu konuşmaların kimi özgürlük, barış, yepyeni umutlar adına kitlelere gücünü ortaya koyma cesaretini kazandırmış, kimi de insanlığa en acı günlerini yaşatan süreçleri harekete geçirmiştir.
Kitap aynı zamanda, etkili bir konuşmanın; zamana göre, kullanılan araçlara, konuşmanın yapıldığı mekana, konuşmanın yapıldığı şartlara, kullanılan iletişim araçlarına, konuşmaya yardımcı olan beden dilinin kullanımına, konuşmanın duygusallığına, sertliğine, edebi derinliğine göre nasıl da değişiklikler gösterdiğini – konuşmacının da özelliklerinden bahsederek – okuyuculara aktarmaya çalışıyor.
Örneğin, kitapta yer alan konuşmaların sahiplerinden biri Adolf Hitler’dir. Hitler konuşurken histeriye yaklaşan bir galeyana kapılır; o içindeki tepkiyi bağırış çağırışlarla dışa vururken, nefret ve coşku gibi güçlü duyguların büyüsüne kapılan erkekler homurdanır ya da tıslarlar, kadınlar kontrollerini kaybedip hıçkırmaya başlar bütün bu duygular her türlü kısıtlamadan kurtulur ve boşalıverir.
Bir başka isim Bevandır. Bean dinleyicilerin gözü önünde simya yapar. Ateşi buzla karıştırabilir. Rüyaları, en cüretkar hayalleri uyandırabilir. Amacı her zaman, bu yolla yaratılan harekete geçirici gücü eldeki işin ilerlemesine yardım edecek şekilde kullanmaktır.
Yeni isimlerden İngiliz politikacı Neil Kinnock, kısa denecek bir süre önce, hitabetin hala İngiliz politikasında rol oynadığına inandığı için, tarzında vücut dilinin ağırlıklı bir yeri vardır.
Antolojide yer alan konuşma örneklerinin bir kısmı dünyaya umut aşılarken bir kısmı insanlık trajedilerine yol açacak kadar kötü gelişmelere neden olmuştur. Başarılı bir konuşmanın o sihirli, hipnoti gücünün en etkili örneği, Hitler’in 1932’de Düsseldorf Sanayi Kulübü’ndeki konuşmasında görülmektedir. Hitler geldiğinde onu karşılayan Batı Alman Sanayicileri, serinkanlı ve ihtiyatlıydı. Ama o, iki buçuk saat boyunca hiç ara vermeden hayatının en başarılı konuşmalarından birini yaparak bütün düşüncelerini iş adamlarından oluşan dinleyicilerine parlak bir şekilde sununca, büyük bir coşkuyla ayakta alkışlandı. Nazi hazinesine Alman sanayi kuruluşlarından bağışlar akmaya başladı. Hintler, bu tek konuşmasıyla önemli bir zafer kazanmıştı.
Hitler’in hitabet gücü Almanya’yı barbarlığa yöneltmiş olsa da, bu kitaptaki konuşmaların çoğu, retoriğin gücünün kötülük değil, iyilik adına kullanıldığına örnektir. Bunlar, hayalleri bir araya getirir, umut dağıtır, yürekleri ve zihinleri uyandırır, dinleyicilere daha güzel bir dünya hayali sunar. Bu konuşmalardan akılda kalan çarpıcı sözler, mesela Theodore Roosevelt’in “Zahmetli hayat”, John F.Kennedy’nin “Yeni ufuklar” ya da Martin Luther King’in “Bir hayalim var”, yapıcılığa çağrıdır.
Antolojide, umut dalgacıklarını; Emmeline Pankhurst ile Betty Friedan, kadınların özgürlüğü için; Patrick Pearse, Roger Casement, Mahatma Gandhi, ezilen uluslarla ırklara; John F.Kennedy ile Harold Wilson ve Margeret Thatcher ile Ronald Reagen (her biri farklı davaları uğrunda), konuşmalara yer verilmiştir.
Antolojide son kısımlarda yer alan ve yaşadığımız zamanlara damgasını vuran konuşmalarda olduğu gibi, ister Polonya’da Papa olsun, ister Ronald Reagan ya da Margaret Thatcher, Maria Cuoma, Edward Kenndy ya da Neil Kinnock, Galler Prensi Sir Geoffrey Howe, zulmü yenmekte, umutsuzluğun üstesinden gelmekte, milyonların umutlarını ve düşlerini bir araya getirip dünyayı değiştirmekte hitabetin hala işe yaradığını ve etkili yapıldığında iyi veya kötü tüm amaçlara etkin bir şekilde hizmet edebileceğini gösteriyor.
SONUÇ :
A. KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitap, hitabetin kitleleri harekete geçirme gücü açısından en büyük silahlardan biri olduğunu ve zaman içersinde büyüsünden hiçbir şey kaybetmediğini okuyuculara aktarmaktadır.
B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Antoloji tarzında hazırlanan kitap, insanlık tarihine yön veren konuşmaları okuyuculara hatırlatarak, hitabetin öneminin altını çizmektedir.
C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME :
İnsanlık tarihinin 20.yüzyılında yaşananları hatiplerin sözleriyle aktaran bu değerli kitapta yer alan konuşmaların her birinin 20.yüzyıl tarihinin şekillenmesinde, şu veya bu ölçüde payı vardır. “20.Yüzyıl Konuşmaları”, doğru ve güzel ifadenin zaman içinde gücünü kaybetmediğini ve kalıcı olduğunu da kanıtlamaktadır. Okuru hem düşündüren hem de öfke, sevinç ve coşkudan derin eleme kadar geniş bir duygular yelpazesinde dolaştıran bu hitabet örneklerinin bir çoğunun bugün, Türkiye’nin ve dünyanın sosyal ve politik çerçevesi içersinde güncelliğini koruduğu görülmektedir. “20.Yüzyıl Konuşmaları”, sözlü ifadenin sihirli gücüne inananların, meslekleri gereği topluluklara hitap eden insanların, zevk alarak okuyacakları ve faydalanacakları değerli bir kaynak kitaptır.

13.jüri KİTABININ ÖZETİ

KİTABIN ADI 13.jüri KİTABIN YAZARIJohn T. LESCROART YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL BASIM TARİHİ Mayıs 1997

KİTABIN ÖZETİ :
Jennifer Witt, kocasını çok seven fakat kocasından devamlı dayak yiyen ve yaptğı şeyleri kocasına yani Lary Witt’ e beğendiremiyen bir çocuk annesi kadındır. Bu yüzden psikolojisi bozulmuş ve doktora gitmektedir. Yediği dayaklar yüzünden de vücudunda oluşan yara bereler içinde doktora gitmektedir.
Jeniffer 28 Aralık Günü her zaman olduğu gibi rahatlamak için koşuya çıkar ve eve döndüğü zaman evinin etrafında bir sürü polis bulur. Polisler Jennifer‘ ı evin üst katına çıkmaması için uyarırlar. Jennifer, etraftaki kan izlerini ve kapıda duran ambulansı görünce kocasının ve oğlunun öldüğünü anlar. Daha sonra polisler Jennifer‘ ın ifadesini almak üzere karakola götürürler. İfadesi alındıktan sonra da Jennifer‘ ı tutuklarlar. Tutuklanma sebebi olarak da kocasının bir yıl önce kendisine yaptırmış olduğu hayat sigortasıdır. Bu sigorta şirketi, Jennifer' ın kocası Dr. Larry Witt' in ölümü halinde karısına tazminat olarak 5 milyon dolar tazminat verecekti. Polis bunu gerekçe göstererek Jennifır‘ ı tutuklar. Fakat Jennifer yapmadığına dair hiçbir kanıt gösteremez.
Daha sonra Jennifer' a yakın dostları, davada kendisini savunması için avukat olarak David Freeman' ı önerirler. David Freeman birçok dava kazanmış ve haklı bir üne sahip iyi bir avukattır. Yanında Dismas Hardy adında bir avukat daha çalışmaktadır. Jennifer o gün avukatını, yani Freeman‘ ı çağırır, fakat Freeman yanında çalıştığı Hardy‘ yi gönderir. Hardy Jennifer' ı dinler ve çözülmesi çok zor bir durumla karşı karşıya olduğunu anlar ve araştırmaya koyulur. Olayın geçtiği eve gider, komşularına gider onlarla konuşur. Komşuları Hardy’ ye, Larry ile Jennifer’ ın devamlı kavga ettiklerini anlatır. Hardy bu araştırmaları devamlı Freeman‘ la konuşur ve Freeman, Jennifer’ la konuştuklarına ve araştırmalarına bakark Jennifer’ ın suçlu olduğuna inanır. Fakat Hardy‘ nin içinden bir ses bu cinayeti Jennifer’ ın değil de başka birinin bir çıkar uğruna Larry ve oğlu Matthew Witt’ i öldürdüğüne inanır. Çünkü Jennifer‘ ın kovcası Larry, altı haneli rakamlarla yıllık kazancı ölçülebilen iyi bir tıp doktorudur. Hardy başka bir mirasçının onu öldürebileceği ihtimali üzerinde durur.
Hardy bu araştırmaları yaparken mahkeme kurulmaya başlar. Mahkeme başkanı yargıç Villars, savcı ise Bay Powell' dır. Bayan Villars o eyaletteki temyiz mahkemelerinden kararı hiç iptal edilmemiş çok katı, özellikle hemcinslerine karşı çok katı davranan bir yargıçtır. Bay Powell’ da eyalet baş savcılığına adaylığını koymuş tuttuğunu koparan bir savcı idi. Ve bunları gören Hardy işin çok zor olduğunu görüyordu. Daha sonra jüri üyeleri seçilmeye başlandı. Jüri seçiminde jüri üyelerinin hiçbirinin akrabalarından polis veya hukukçu olmamasına ve hiçbirinin sabıkalı olmamasına dikkat edilmiştir. Bu şartlara uyacak on iki kişi seçildi.
Yargılama süresi başladığında Bay Powell’ ın elinde bulunan deliller çok kuvvetiydi ve Jennifer hakkında ölüm cezası isteniyordu. Fakat buna karşı Hardy ‘nin elinde bulunan kanıtlar Powell’ ın kanıtlarına karşı kuvvetsizdi.
Hardy Dr. Larry Witt ‘in herhangi bir düşmanının olup olmadığını ve geçmişte yapmış olduğu bir şeyin başka birini sinirlendirip uygun zamanı kollayarak, şimdi yaptığını düşünüyordu. Araştırmaları sonunda geçmişte Dr. Witt’ in bir hastası hamile kaldığı bebeği kendisi düşürmeye çalışmış, fakat fenalaşıp hastaneye kaldırılmış, Dr Witt de kadını kurtaramamıştı. Hastanın ailesi bu ölümden Dr Witt’ i sorumlu tutmuş ve Dr. Witt’ i mahkemeye vermişlerdi ama davayı Dr. Witt kazanmış. Dismas Hardy de bu cinayeti bu aileden birinin yapabileceğini düşünüyordu ve araştırmaya koyuldu. Fakat bu konuda bir şey çıkaramayan Hardy başka ihtimaller üzerinde duruyordu. Bu arada da mahkeme sürüyor ve Bay Powell iyi bastırıyor, yargıcı ve jüriyi Jennifer‘ ın suçlu olduğu konusunda yavaş yavaş ikna etmeye başlıyordu.
Dismass Hardy daha sonra Dr. Witt’ e gelen bir teklif mektubunu değerlendiriyordu. Mektupta doktorlar şirketinin hisse senetleri, belli kişilere belli miktarda satılacaktı. Mektupta 368 tane hisse senedi yaklaşık 20 Dolara satılacaktı. Ama karşılığında bu hisse senetleri ilerleyen zamanlarda on bin dolarla alınacaktı. Ancak işin garip tarafı bu mektubu Dr Witt’ in kendisine uzun noel tatilinde gelmesi ve miyadını bu tatil süresi içerisinde doldurmasıydı. Bunun üzerinde araştırma yapan Hardy, yine bir şey elde edemez. Bu arada devam eden mahkemede, ceza bölümü tamamlanmak üzereydi ve hüküm büyük bir ihtimalle Jennifer' ı ölüm cezasına çarptıracaktı. Bunun iyice farkına varan Hardy Jennifer‘ ın ölüm cezasından kurtarabilmesi için en azından kocasından çok dayak yediği için dayanamayıp kocasını öldürdüğünü ve bu sebeple cezasının hafifletilmesini istediğini söylemesiydi. Fakat Jennifer bunu söylerse suçu kabul etmiş olacaktı.
Ama Jennifer başından beri ısrarla cinayeti kendisinin işlemediğini söylüyordu. Bu arada Jennifer yargılandığı davada suç olarak eski kocasını da onun öldürdüğü iddia ediliyordu. Çünkü eski kocası Jennifer‘ ı dövüyor ve uyuşturucu kullanıyordu. Bir gün evde kocasını yüksek dozda uyuşturucu aldığından, ölü olarak bulurlar. Bu da eski kocasının zehirlenerek öldürüldüğünü gösteriyor oluyordu. Ama bir şekilde gözden kaçmış ve Jennifer’ dan şüphelenilmemişti. Şimdi ise iyi bir savcı olan Bay Powell bu mahkemeye bunu da dahil edip Jennifer’ ın ölüm cezasını sağlama alıp seçimlerde iyi puan almayı planlıyordu. Bu davayı bütün gazeteler ve televizyonlar izliyordu. Bunlar gelişirken davanın ceza bölümü sonuçlanmış ve 12 kişilik jüri Jennifer‘ ın suçlu olduğuna karar vermişti. Kararla Jennifer‘ ı idama mahkum etmişlerdi. Şimdi temyiz mahkemesi olacak ve kararı 13. Jüri olan yargıç Bayan Viller verecekti. Bütün bu olup bitenleri televizyon ve gazetelerden takip eden Jennifer’ ın annesi Nancy, bu duruma çok üzülüyor fakat kocasından korktuğu için kızının mahkemesine ve ziyaretine gidemiyordu. Nancy kızını ve torununu çok seviyordu. Torununa noel hediyesi olarak oyuncak tabanca almış ve kargoyla göndermişti. Oyuncak tabanca torununa, öldürüldüğünün sabahında ulaşmıştı. Yani bu hediyeden büyükannesi ve anne babasından başka kimsenin haberi yoktu.
Araştırmalardan bir şey çıkaramayacağını anlayan Hardy, ölüm cezasından tek kaçış yolunun kocasından dayak yiyen kadın gibi mahkemeye Jennifer‘ ı göstermekten başka çaresi yoktu. Ama Jennifer bunu bile bile mahkemede söylemeyi kabül etmiyordu. Hardy’ de bunu iyi bilen bir tanık bulup mahkemede konuşturması gerekiyordu. Bu da Jennifer ‘ın psikoloğu Dr. Lightner’ dı. Lightner, Jennifer‘ ı tedavi ettiği sıralarda ona aşık olmuş ve Jennifer da ondan hoşlanmıştı. Hatta sevişmeye kadar varan ilişkileri olmuştu. Ama bunu ikisinden başka kimse bilmiyordu.
Hardy, Dr Lightner‘ i mahkemeye davet etti ve Lightner da kabul ederek mahkemeye davada tanıklık yapmak üzere geldi. Hardy, Lightner’ le aralarında konuşurken, Lightner‘ in Matthew’ e büyükannesi tarafından hediye olarak gönderilen tabancadan söz ettiğini duydu ve Hardy cinayetin Lightner tarafından işlenebileceğini düşünmeye başladı. Çünkü Lightner Jennifer‘ ı sevimiş ve onun için yapmayacağı hiçbir şeyin olmadığını Hardy’ ye söylemişti. Mahkemede Lightner‘ e sıkıştırıcı sorular soruyordu. Daha sonra Lightner yavaş yavaş suçunu itiraf ediyordu. Jennifer koşuya çıktığında Lightner, Wittler' in evine gelip kocasını uyarmaya çalışıyor, fakat kocasıyla tartışmaya başlıyordu. Evde bir tabanca vardı ve Lightner daha önce eve geldiği için tabancanın yerini biliyordu. Tabancayı aldı ve Larry‘ e doğrulttu o sırada başka bir odadan aniden beliren Mathew’ i gören Lightner paniğe kapılıp Matthew’ i vurmuş bunun üzerine saldıran Larry de boğuşma sırasında vurulmuştu.
Böylelikle suçunu itiraf eden Lightner mahkemede tutuklanıp cezaevine gönderiliyor ve ölüm cezasına çarptırılan Jennifer bu suçtan beraat ediyordu.
Kitabın ana fikri; kadın olmanın ne kadar zor olduğu ve üzerinde taşıdıkları sorumluluklardır. Ayrıca kadınların bu güç şartlara rağmen, her ne olursa olsun ailesini korumaya çalıştığını anlatmaya çalışıyor. Bu kitabın ana fikrinde herkese, özellikle kadınlara iyi niyet ve hoş görü ile yaklaşmamız gerektiği anlatılıyor. Bir başka ana fikirde ise "kimseye önyargılı davranmamalı ve olayları iyice inceledikten sonra bazı şeyler hakkında karar vermeliyiz"mesajı veriliyor.

TİLKİ TİLKİ SAAT KAÇ?

TİLKİ TİLKİ SAAT KAÇ?
1
ŞEF
Uykumun arasında, Allahın belâsı aleti acı acı çalarken duydum. Beyin kanseri olmayayım diye, ta evin girişinde bırakıyordum cep telefonumu. Yanımda uyuyan karım, yataktan sıçramamla birlikte uyandı. Homurdanarak kalktığımı görünce, bir şey söylemedi. İçeri seyirtip ışığı açtım. Sabahın altısında, bizim kısımdan Mert arıyordu. Gece o nöbetçiydi. Haber, hiç şüphe yok ki kötü haberdi.
�Ne oldu?
�Durum kötü şefim; Sami Tuzcu evinde öldürülmüş. Şimdi ben nöbetteyken haberi geldi.
Kendini hayır işlerine adamış, halk tarafından tanınan ve sevilen, memleketin ilk sanayicilerinden bu yaşlı adamı, kim, neden öldürmek istesin?
Yirmi dokuz yıllık meslek hayatımda defalarca karşılaştığım durumlardan biriydi bu... İçinden çıkamayacakları bir sorun karşısında mutlaka beni ararlar; gecenin bir yarısında uyanıp kokuşmuş cesedin bulunduğu bir yere gider ve sonrasında bir katilin, sapığın ya da uğursuzun peşine düşersin.
Çok kısmetsiz birinin bile ömründe en fazla birkaç kez karşılaşacağı bu berbat durumların, benim gibi bir insan evlâdı tarafından yüzlerce kez yaşanması nasıl bir işkencedir bilir misiniz? İstanbul Cinayet Masası�nın başında altmış yaşına merdiven dayamış bir polise, bugüne kadar kelle koltukta yaptığı hizmetlerden dolayı müreffeh bir hayat hazırlayıp ıskartaya ayırmaları gerekirken, tam tersine, istifamı bile kabul etmez olmuştu şerefsizler.
Öfkemi başucuma bıraktım. Şimdi, yine vahim ve insanlık dışı bir işle uğraşmak zorundaydım. Ayakkabı dolabının üzerinde bulunan antre ışığını karanlıkta zorlukla açıp, kocamış bir polisin ilk refleksi olarak sorulması gerekeni sordum.
�Olay nasıl olmuş?
�Hırsızlar önce Sami Bey�in evini soymuşlar. Kasayı açıp, mücevher koleksiyonunu götürmüşler. Sonra da onu kalbinden şişlemişler.
�Saat kaçta olduğu belli mi?
�Henüz bilmiyoruz. Az önce evin hizmetkârı aradı, haber verdi. Karı-koca emektarlar, ortamlarında bir gariplik olduğunu düşünüp sabah erken eve girdiklerinde, salonun ortasında halının üzerinde yatar bulmuşlar Sami Bey�i. Serdar�ı hemen oraya yolladım. Ben de çıkıyorum, sizinle orada mı buluşalım?
�Hırsızlık Masası işe bulaştı mı?
�Bulaşmamıştır herhalde... İşin içinde cinayet olduğu için, 155 bize yönlendirmiş.
Durakladım. Afyonum henüz patlamamıştı. Zaman kazanmak için söyleyecek bir şey de bulamadım. Biraz sustum, düşündüm ve derin nefes aldım. Mert hatta bekliyordu. Sonunda karar alıp, sağduyumun tecrübeli kollarına bırakıverdim kendimi.
�Mert?
�Buyurun şefim?
�Bak bu söyleyeceklerim çok önemli, bu olayı hiç kimse duymayacak, ama hiç kimse. Eğer en ufak bir haber sızarsa, bütün polis muhabirleri ve magazinciler doldurur orayı, etrafı sararlar ve bizi çalıştırmazlar. Hiçbir halt edemeyiz. Biliyorsun, Sami Tuzcu�yu memlekette tanımayan yok. Anladın mı?
�Şefim anladım, ama ya prosedürler, emniy...
Ne söyleyeceğini bildiğim için, kestim lâfını.
�Şu andan itibaren Sami Tuzcu cinayeti hakkında tek bir kelime bile konuşmayı yasaklıyorum. Bu bir emirdir!
�Sorarlarsa ne diyeceğim?
Mert, işi uzatmaya bayılırdı. �Ya sabır� çekip, cevap verdim.
�Sana sorarlarsa, emir aldım dersin. Nöbet raporuna yazma, oraya giderken de kimseye bir şey söyleme. İnşallah geç kalmamışımdır; Serdar�ı hemen ara, kimseyi uyandırmasın.
�Merak etme şefim. Henüz kimse uyanmadı. Dedim ya, santral direkt buraya yönlendirdi. Başka bir yeri aramamaları için talimat verdim.
Konuşurken bir yandan içeri, yatak odasına geçip, dolaptan üzerime giyecek bir şeyler arayıp buldum.
�Ben de onu soracaktım. Bu iyi olmuş. Sen hemen çık, ben de yarım saate oradayım.
Sadece pantolonumu giydim. Üst kısmım çıplak vaziyette banyoya girip, tıraş köpüğü sıktım yüzüme.
�Yanında telsiz filan olmasın; faça verme...
�Tamamdır şefim. Orada görüşürüz.
Telefonu kapattım. Tıraş olmaya başladığımda, aynada gördüğüm perişanlık beni rahatsız etti. Üzerimde yılların bezginliği ve yorgunluğu vardı. Hem ne yorgunluk. Başkomiser Kemal�in osuruğuyla kavgası da denebilirdi buna; herkes yatar o çalışır, herkes yer-içer o üç kuruşa talim ederdi. Şef�e takdir madalyaları verirler, ama o parıltılı madalyalar evinin kirasını ödemez veya geçim sıkıntısından kurtarmazdı onu.
Şeytan, �yat-uyu, bana ne de� diyordu, ama ne fayda?
Alışmışız bir kez müptezelce hıyarlık yapmaya.
Şiir yazmayı da bırakıp, gürültü yapmadan yatak odasına girip anahtarlarımı ve yakın gözlüğümü aldım. Çocuklar henüz uyanmamıştı. Kimseye haber vermeden kapıyı çekip çıktım. Hava fena halde ayaz yapmıştı, arabanın kaloriferini çalıştırıp camlardaki buğunun çözülmesini bekledim bir süre. Bir sigara yaktım, gözlerim canlandı.
Yoldan Mert�i aradım. Yıllanmış bir polis olarak, Sami Bey�in evini zaten biliyordum. Sadece bina numarasını alıp adrese yollandım. Bahçe kapısından girdiğimde, Mert�in Olay Yeri İnceleme�dekileri ikna edip yerlerine yollamaya çalıştığını gördüm. Beşiktaş ilçeden gelmişlerdi ve tanıdık çocuklardı. Birbirimizin hâlinden anlardık. Ayrıca âmirleri devremdi. Çocuklar beni görünce selama durup, arazi oldular. Mert ile birlikte evin içine girdik.
Salonun ortasında, Sami Tuzcu yüzüstü yerde yatmaktaydı. Ceketinin kenarından kan sızmış ve zeminde yarı kurumuş, kahverengi bir birikinti oluşturmuştu. Salonun köşesinde, Mert�in zevzek yardımcısı Serdar�ı gördüm. Elindeki notları okuyordu. Beni görünce yüzünde ciddi bir ifadeyle selâmladı. Salonun sol bölümündeki koltuklardan birinde, kısa sarı saçlı genç bir kadın oturmuş ağlamaktaydı. Mert bana dönüp, kadının Sami Bey�in kızı Billur Solmaz olduğunu söyledi ve sonra, çaresiz bir yakarış gibi duyulan ses tonuyla anlatmaya başladı.
�Şefim maalesef en ufak bir iz bulamadık. Hiçbir şey yok!... Ne bir parmak izi, ne saç teli, ne ayakkabı izi... Olay Yeri, her yerin fotoğrafını çekti, her köşeyi didik didik etti. Gördüğüm kadarıyla bir şey çıkmayacak.
Zaten bir şey çıksaydı da bizimkiler katili bulsaydı, bu bir mucize olurdu esasında. Sıradan hırsızlıklarda bile, bir sürü delil ve görgü tanığı olmasına rağmen polisin bir sonuca ulaştığı vaka sayısı yok denecek kadar azdı. Gerçi bu olay sıradan hırsızlıklara göre biraz farklıydı; herkesin tanıdığı bir iş adamı öldürülmüş ve mücevher koleksiyonu çalınmıştı. Asayiş Şubede bu tip vakalara büyük önem verilir, çünkü bunlar medya-polis-siyasetçi büyükbaşların bir araya geldiği ve vitrinde el ele görüldüğü kaçırılmaz fırsatlardır.
Bezginliğimden kaynaklanan umutsuzluğumu da bir kenara koyup, olayla ilgili en beylik sorularımı sıraladım Mert�e. O da, polisliğin temel kuralı olan bu sorulara hazırlanmış olmalıydı.
�İçeri nasıl girmişler?
�Kapının kilitlerini maymuncukla açmışlar.
�Ya hizmetkârlar?
�Onlar zaten bahçedeki müştemilâtta kalıyorlarmış; yaşlı bir karı koca... Olaydan önce, yani saat on buçukta, ikisi de uyutulmuş ya da uyumuş.
İkisinin arasındaki farkı nasıl anlamış olduğunu merak edip sordum.
�Bilemiyoruz, kendileri de bir şey bilmiyor, duymamış ve görmemişler. Bir uyutucu gaz filan olabilir. Yalnız uyuyakalmalarından az önce, bahçede köpeğin havladığını duymuşlar. Sonra da elektrikler kesilmiş.
�Köpeğe ne olmuş?
�Hiçbir şeyi yok maşallah...
Şahane bir espri yapmış olduğunu düşünen Mert�in sırıtan yüzüne sert sert bakınca, kendini toparlayıp ciddileşti.
�Yani köpeğin neden bir arıza çıkarmamış olduğunu anlayamamışlar. Onu da uyutmuş olabilirler.
Bir şey söylemedim. Giriş holüne yürüyüp, kapının karşısındaki duvarı gözden geçirdim. Sol tarafta duvarın tavanda bitimine doğru, üzerinde açıkça �alarm� diye yazan, beyaz plâstik bir kutu vardı. Yanıma çağırdığım Mert�e kutuyu gösterip sordum.
�Peki, alârm çalışmamış mı?
Yutkundu.
�İşte bu çok ilginç bir konu, çünkü cihaz, bir şekilde, devreye girmemiş.
�Nasıl yani?
Bu soruyu özellikle sormuştum. Mert�i ve bürodaki diğer tüm hıyarları, bu sorulara cevap verecek şekilde eğitmek için yıllarca kıçımı yırtmıştım.
�Elektrik kesilmiş...
Yüzüne dik dik baktığımı görünce, ne söylemiş olduğunun farkına vardı, ama cümlesini bitirmek zorunda hissetmiş olmalıydı ki, devam etti.
�Ondan mı acaba?...
Utançla gözlerini kaçırdı.
�Peki ya şu anda çalışıyor mu?
Dudağını ısırıp, yüzüme bakmadan geveledi.
�Bakmadım.
Bizim orada hiçbir polisin vermemesi gereken bir cevaptı bu. Mert de gayet iyi biliyordu. Birden kan beynime sıçradı.
�Bakmadın mı? Nasıl inceleme yapıyorsunuz siz ya?!
�Tamam şefim, şimdi bakıyorum. Özür dilerim.
Mert gidip cihazı ve kablolarını inceledi. Tekrar yanıma geldi.
�Şefim sanırım şöyle olmuş. Önce binanın elektriğini bahçedeki trafodan kesmişler. Alârmın aküsü devreye girmiş, onu da içeri girer girmez, kapağını açıp devresini keserek halletmişler. Yani bunlar öyle böyle değil, çok hazırlıklı gelmişler. Kapıdaki kilitleri ve kasayı açmaları da çok ustaca...
İnce bir sesle kekeleyerek konuşmaya başlayan Mert�in, az önce yok olan öz güveni geri gelsin diye, omzunu dostça sıvazlayıp, sakin bir ifade ile yüzüne baktım.
�Araştır bakalım. Benzer soygunlar olmuş mu bu aralar?
Onu sevdiğimi bilirdi. Rahatlayıp, gülümsedi ve başıyla selâm çaktı.
�Hemen baktırıyorum.
O sırada telefonum çaldı, Başmüdür�ün numarası. �Bir bu eksikti� diyerek söylendim kendi kendime. Açmadan önce kızgınlıkla Mert�e yeniden döndüm.
�Emniyet Müdürlüğü�ne sen haber vermedin, değil mi?
�Yok, şefim. Ben aynen sizin dediğiniz gibi yazdım rapora.
�Herhâlde yine boşboğazın biri uçurmuş haberi.
Telefonu açtım.
�Başkomiser Kemal Güçlü?
�Evet?
�Hatta kalın efendim; Emniyet Âmiri Faruk Kuloğlu görüşecek, bağlıyorum.
Sekreteri, Faruk Kuloğlu olacak öküzü bağladı.
�Buyrun Âmirim.
Sami Tuzcu cinayeti, Faruk Bey�i çok heyecanlandırmıştı anlaşılan. Televizyona gazeteye çıkıp beyanat verecek ya... Cinayeti gizli tutmamın nedenlerini anlamıştı da, talimatın benim tarafımdan verildiğinin teyidini almak ve her şeyi bildiğinin sinyalini vermek istemişti.
�Hayır, özellikle kimseye haber verilmeyecek, benim talimatım. Sizden de istirham ediyorum. Yoksa bizi çalıştırmazlar biliyorsunuz.
Onun peşinde olduğu şeyi ben gayet iyi biliyordum, ama adam, ne kadar �büyük adam� olduğunu gösterecekti tabiî.
�Evet âmirim, gerçekten zor bir durum. Hiçbir ipucu yok...
Kafa ütüleyici sorulara geçti hemen.
�Suç âleti bir tornavida, ya da benzer bir delici şiş... Evet.
Bana bir sürü gereksiz detay anlattırdıktan sonra, olayı ivedilikle çözmemizi istedi. Ahh, yalnızca �ivedilikle istemek�le her iş hallolsa, ben neler istiyordum, bir bilse...
�Anlaşıldı âmirim.
Faruk Bey, şaşılacak bir sezgiyle bana, Cinayet Masası�na gelmeden önce, Narkotik Şube�nin yıllarca süründürmüş olduğu en has adamımın ismini söyledi. Bizde komiser yardımcısı olarak görev yapan emsalsiz bir polisti. İşi bir an önce çözmek için, onu bu işin içine sokmanın iyi bir fikir olduğunu ve sonra benim de öyle düşünüp düşünmediğimi sordu.
�Haklısınız âmirim. Bence de bu iş için uygun biri. Söylediğim gibi ayrıca bu işte bizzat kendim sahada çalışacağım. Şimdi onu arayıp bütün bilgileri geçiyorum. Saat henüz erken, sanırım evde yakalarım onu.
Haklılığını onaylamış olmam, onu keyiflendirdi. Gerekli olduğunda, İstanbul Asayiş�teki tüm birimleri bizim büronun işi için seferber edeceğini söyledi.
�Sağ olun âmirim.
Telefonu kapatıp, biraz daha düşündüm. Düşünecek pek çok şey vardı; büyük kızımın nişan hazırlıkları, karımın sağlık problemleri, bürodaki terfi dönemi sancıları, bir sürü karmaşık dosya ve sabahları aldığım kalp ilâçlarım... Kan sulandırıcı hapımı almayı unuttuğum aklıma geldi, cebimdeki kutudan çıkarıp bir tane yuttum.
Ahh, ne yazık ki, düşünmek ancak tek başına yapılabilecek bir işti; bir başkası benim adıma düşünemezdi.
2
ARZU
Bu akşam, sevgilimle buluşacağımız �Joy Bar�a biraz erken geldim. Saat dokuz civarıydı. Girişteki vestiyerde oturan görevli adam değişmiş, yerine Fransız filmlerinde gangster rolüne çıkan karakterlere benzeyen, yaşlıca, iri-yarı bir adam oturtmuşlardı. Kibar biri gibi duruyordu. Beni görünce önündeki bilgisayarın ekranına bakmayı bırakıp, gülümseyerek ayağa kalktı ve �hoş geldiniz� dedi başıyla. Üstümü vestiyere bırakmak isteyip istemediğimi sordu. Bırakmadım, zaten hafif bir şeydi.
Onunla çıkmaya başladığımızdan beri dekoltesi olan abiye elbiseler giymez olmuştum. Zaten, açık-saçık gece giysilerine izin verecek biri değildi sevgilim. Evde ise, üzerimde hiçbir şey olmamasını tercih ederdi.
Epeydir gelmemiştim buraya. �Joy Bar� Cumartesi akşamları genellikle çok kalabalık olur, ama bu akşam, belki de saat erken diye, iyice tenhaydı. Bara geçip oturdum. Barmene bir kadeh kırmızı şarap siparişi verdim. Sonra etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Masalarda on beş-on altı kişi, benim oturduğum upuzun barda ise benden başka dört kişi vardı.
Kilo sorunum yüzünden akşam yemeklerini pek yemiyordum bu aralar. Evde bir salata atıştırıp çıkmıştım. Kilo fazlam yoktu aslında ama, beş yüz gram bile alsam, onu gidip basenlerime yağ olarak yapıştıran korkunç bir illete yakalanmıştım. Bu geceyse, doğum günüm şerefine kendime bir hoşluk yapıp, içki içip, çerez yiyebilirdim. İzinliydim yani...
Sevgilim yarım saat içinde gelecekti. Onu beklerken bir kadeh şarap içip, favori dergim �Art�ın biraz önce aldığım son sayısına bakarım diye düşünmüştüm. Derginin ilk sayfalarındaki resimlere göz gezdiriyordum ki, içeriye çok �tip� bir adam girdi ve barda benim oturduğum yere doğru, etrafına bakınarak yürüdü. Barmenle selâmlaştılar, içkisini söyledi. Kolayca iletişim kurabilen, sempatik ve sıcak biri olduğunu bu ilk jestlerinden hemen anladım.
Hani tek tek fiziksel özelliklerini saydığınızda bir güzellik bulamadığınız, ama cazibeli adamlar vardır ya, işte bu adam öyle biriydi: İnce, orta boylu, kumral kıvırcık saçlı, otuz beş-kırk yaşlarında, aydınlık yüzlü... Üzerinde siyah, bisiklet yakalı ince bir kazak, altında açık mavi çok klas bir jean vardı. Gayet �casual� hoş bir tarz. İtalyan tasarım, tütün rengi deri ayakkabıları ve benim sevdiğim stil, ince köşeli gözlükleri ona daha varsıl bir ifade vermişti.
Hemen yanımdan, barmene kırmızı şarap siparişi verdi. Ellerini barın üzerine koydu. Pırıl pırıl tırnaklar ve ince, temiz parmaklar... Saçlarını ve kulaklarını da yakından inceledim. Konuşunca, ses tonunun sıcak ve kendinden emin, diş ve dudaklarının da güzel olduğunu kaydettim. Bunu içgüdüsel olarak hep yaparım; tepeden tırnağa analiz... Bir erkeğin benden geçer not alabilmesi için ağzıyla kuş tutması gerekir.
Erkekler konusunda bu kadar seçici olan bir kadının, kendine flört edecek adam bulması bir hayli güç oluyor. İtiraf etmeliyim ki, otuz yaşımı bitirdiğim şu güne kadar, tam not verebileceğim birine hiç rastlamadım.
İlk görüşte yüksek not verdiğim bu adam, zarif hareketlerle kadehinden bir yudum aldı. Bir-iki dakika etrafa bakındıktan sonra, bana doğru döndü.
�Merhaba. Umarım sizi rahatsız etmiyorum.
Benimle konuşmak istediğini bara doğru yürüdüğünde hissetmiştim. Bu yüzden şaşırmadım ve gülümseyerek yanıtladım onu.
�Yoo, hayır. Etmiyorsunuz.
Şımarmasın diye önüme dönüp, ağzıma bir fıstık attım çerezlikten. Kütürdeterek çiğneyip, lâfıma devam ettim.
�En azından şimdilik...
Bu sözüme rağmen, şeker şeker gülümsedi, gözlük çerçevelerinin üzerinden hınzırca baktı bana. Kollarını iki yana doğru açtı.
�Tamam, yakışıksız bir hareket yaparsam kovarsınız beni. Barlarda erkeklerin kötü bir imajı var, doğru değil mi?
Çekici bir erkeğin söyledikleri de hoş geliyor insana. Bu cümlesine yanıt filan beklemiyordu aslında, ama ben kısa bir soruyla karşılık vermeyi seçtim. Bu, �devam et� anlamına geliyordu.
�Bilmem, öyle mi?...
�Valla, ben barda bir hanımla sohbet etmeye çekiniyorum. Erkeklerle ahbap olsanız daha da kötü...
Çapkınca göz kırptı.
�Hemen dedikodu çıkarırlar hakkınızda...
Bu esprisine güldüm. Hâli ve tavrıyla bana komik geldi.
�Haklısınız, bu günlerde bir kadının tek başına barda rahatsız edilmeden oturması neredeyse imkânsız oldu.
Bu sözleri ciddi bir tavırla söyledim; adama çok da yüz vermek olmazdı. Askıntı olmaması için tedbirimi alıp, ona hemen erkek arkadaşımdan bahsetmeliyim, diye düşündüm.
�Neyse ki ben nişanlımı bekliyorum...
Saatime bakıp sahtekâr bir gülümsemeyle devam ettim.
�Şimdi gelir ve beni sizden kurtarır. O yüzden rahatım.
Şaşırtıcı şekilde, adam hiç de düş kırıklığı yaşamadı bu lâfımın üzerine. Bir şey olmamış gibi, sohbete devam etti.
�Birini bekliyor gibi duruyorsunuz zaten. Belki bu akşam ikinizi birden eğlendiririm biraz.
Çok şeker bir ifadeyle omuzlarını silkti ve devam etti.
�Bedava eğlence ve içki... Bugün sizin şanslı gününüz olmalı.
Sazan gibi atıldım bu lâf üzerine.
�Valla, bugün benim doğum günüm...
Benim sazanlığıma karşılık, �hıyar� denince tuzluğu kapıp gidenleri anımsatan coşkulu bir hevesle karşılık verdi.
�Aaa, demek bir akrepsiniz. Çok güzel, ne hoş bir rastlantı.
Bu rastlantının hoşluğu neredeydi ve acaba onun burcu neydi? Cevabını ona soramadan ve bir şey söylememe fırsat vermeden, devam etti.
�Akrep kadını tamamdır. Cazibeli ve gizemli... Bahse girerim, sevdiğiniz erkek için her fedakârlığı yapacak ve ona sadık kalacak birisiniz.
Sevgilime sadık bir kadın mıydım hakikaten? Öyle olaydım, bari bu akşam. İyi ki akrep burcunun kötü imaj yaratan kişilik özelliklerinden bahsetmemişti, ne tatlı bir insandı bu adam yaa...
�Evet, ve herkesin de eşine veya sevgilisine sadık olması gerektiğini düşünüyorum.
Aramızdaki sohbette küçük bir duraklama oldu. Adam, sıcak bir gülümsemeyle, elini uzattı.
�Benim ismim Caner, ya sizin?
�Arzu.
�Güzel bir isim. Bana Arzu Tramvayı�nı hatırlattınız. Çok hoş bir filmdi.
Bana bunu söyleyen bir erkeğe, hiç rastlamamıştım doğrusu. Hoşuma gitti. Arzu Tramvayı, en sevdiğim klâsiklerden biri olduğu gibi, kitabını da okumuştum.
�Bir Elia Kazan filmi... En sevdiğim yönetmenlerden biridir.
Yüzü aydınlandı. Herhâlde, benim de kendisi gibi bir sinema meraklısı olduğumu düşündü.
�Hakikaten muhteşem bir filmdi. Marlon Brando ve kimdi o güzel kadın?...
Hay Allah, nasıl olduysa kadının yüzü aklımdaydı, ama adını unutmuştum.
�Kim Novak mıydı? Yok, oradaki bir karakterin adıydı galiba Kim.
Caner de kıvranmaya başlamıştı.
�Hayır, o değildi. Dilimin ucunda ismi, �V� harfiyle başlıyordu.
Vicki, Vanessa, Vivette, Victoria. V�li isimleri tararken, aktristin adı gelip oturuverdi aklımdaki kadının yüzüne. Sözleşmişiz gibi ikimiz birden bağırdık.
�Vivian Leigh!...
Sevinçle ellerimi çırptım.
�Evet. Doğru, ne güzel kadındı o...
Çapkın bir bakış attı yine. Hiçbir koşulda, beğenilmeyecek bir kadın değildim. Beni dikkatlice inceleyen erkek kayıtsız kalamazdı, ama kalbimde bir şey duymadıktan sonra bunun hiç faydası yoktu bana. Sevgilimle ilişkim ise apayrı bir durumdu; o beni yatakta çıldırtan sertlikte, erkeksi ve yakışıklı bir adamdı ve geleceğimi garanti altına alabileceğim biriydi. Eee, her erkekten evlenme teklifi alamazsınız. Aşkı filan bir kenara koyup, kıro-mıro ne bulursanız idare edeceksiniz işte. Otuz yaşını geçmişseniz tehlike çanları çalmaya başlamıştır.
Sevgilime hiç benzemeyen karakterde biri olduğunu gördüğüm Caner�in ise, ağzından bal damlıyordu.
��Eski kadınlar güzel olur� derler. Oysa yeni nesil kadınlar, daha da güzel oluyorlar.
Beni kastediyordu doğal olarak.
�Siz sanatla ilgili bir iş yapıyorsunuz, değil mi?
Bilmişti valla...
�Evet, ressamım ben.
�Bunu görebiliyorum.
Nasıl olup da görebildiğini sormadım. Ortada henüz ciddiye alınacak bir durum yoktu; anın güzelliğini yaşayıp eğlenmeye bakıyordum yalnızca. Caner, sanki beni güldürmek için yaparmış gibi gözlerini kapatıp, başını yukarı doğru kaldırdı. Mırıl mırıl bir sesle konuşmaya başladı.
�Önceleri figüratif yapıtlar çalışırken, şimdi daha çok, soyut resme yönelmişsiniz. Mesleğinizin yanı sıra çevresindeki insanların sorunlarına duyarsız kalmayan ve yaşadığı hayatın içinde bir adaletsizlik gördüğünde, buna bütün gücüyle tepki gösteren bir yapıdasınız.
Bingo... Sonra anlattı da anlattı.
Sözlerine çok şaşırmıştım doğrusu. Daha beş-on dakika önce tanıdığım bir insanın, benimle ilgili böyle bir karakter analizinde bulunması ilginçti. Acaba bana �fal kitaplarından okuduğu bir şeyleri mi gazlıyor� diye düşünmekten alamadım kendimi. Biraz durakladıktan sonra bu kez daha farklı bir konudaki kehânetlerine geçiverdi.
�Erkeklerle olan ilişkilerinize gelince; zor beğenen birisiniz, bu yüzden kendinize uygun birini bulmakta zorluk çekmişsiniz. Geçmişteki birkaç flört etme girişiminiz, bu erkeklerden soğuyarak kaçmanızla sonuçlanmış.
Aaa, yine şaşırdım. N�oluyordu ya?...
�Gerçekten de hepsi doğru.
Biraz bekleyip, derin bir nefes aldı.
�Egelisiniz; İzmir doğumlu... Birbirine bağlı ve sevgi dolu bir aileye sahipsiniz. Babanız size hiç yokluk yaşatmamış. O bir mimar ya da mühendis. Üniversiteye, Akademiye İstanbul�a gelmişsiniz. Aileniz hâlâ İzmir�de, değil mi?
Artık pes etmiştim.
�Bütün bunları nereden biliyorsunuz? Çok acayip birisiniz.
Gerçekten de çok acayip bir adamdı.

3
MURAT
Gece hiç uyku tutmadığından bir sürü ilâç yutmuştum. Bu yüzden midem fena halde ekşimekteydi ve ağzımın içi de bok gibiydi. Bu halde bir yere çıkmayıp, yatıp uyusam daha iyi olurdu ama, manitaya sözümüz vardı; bir süre daha gönlünü hoş tutmalıydım onun.
Kasadan çıkan pırlantalı saati, kutusuyla birlikte yanıma aldım. Üzerime, bana Versace�den aldırdığı o mavi spor ceketi giydim mecburen. Aynada kendime bakınca tıraş olmam gerektiğinin farkına vardım. Ayrıca ceketin içine giydiğim siyah kazağı da beğenmemiştim. Ceketi ve kazağı çıkarıp, tıraş olmak üzere banyoya girdim. Tam makinayı suratıma sürmüştüm ki, cep telefonum çaldı. Patron�un adını telefonun ekranında görünce, o her zamanki nedensiz rahatsızlığı duydum içimde. Hafifçe midem bulandı. Açtım zamazingoyu.
�Efendim, Patron?
Akşamki işi soruyordu. Selâm-sabah olmadan tabiî ki... Sesinde, o her zamanki aşağılama edası vardı. Malı kaldırdığımızı söyledim. Sonra da, ev sahibinin eve erken döndüğünü filan anlattım, gereksiz bir gevezelikle... O tıynetsiz herife ceza verip vermediğimi sordu.
�Patron bak, dedim ve sesimi alçaltıp tısladım. Ona verilebilecek en büyük cezayı verdim.
Ne yaptığımı merak etti. Söylememeyi tercih ettim.
�Bilirsin; eceli gelen köpek cami avlusuna işermiş...
Ondan nefret ediyordum. Bunu engellemek için yapabileceğim bir şey yoktu. Olsaydı keşke... Beklediğim gibi, hemen mücevherleri sordu bana. Bir yandan, kendime başka bir kazak seçmek üzere gardırobu açtım. Ses yapar diye, telefon sonrasına ertelemiştim tıraş olayını.
�Mallar Mustafa�da. Bizim dükkânda yani... Önümüzdeki hafta Kirkor ustaya teslim edilecek, sonra mağazaya...
Klâsik talimatlarını yineledi. Ona acelem olduğunu söylemek istedim, ama lâfını kesmem gerektiğinden, yapamadım bunu. Konuştu da konuştu. Sonra birden sustu. Onu cevaplamak yerine, işi uzatmamak için, nokta koymayı tercih ettim.
�Tamam Patron.
Yapmam gereken işler olduğunu söyleyip izin istedim. �En kısa zamanda görüşeceğiz� dedi ve her zaman yaptığı gibi benim son lâflarımı dinlemeden, yüzüme kapattı telefonu. Vicdansız köpek!...
Aynada suratımı inceledim, kaşlarımı kaldırıp kendime ters ters baktım. Kemikli ve köşeli hatlı uzun yüzüm etkileyici ve korkutucuydu. Alnımdaki faça bile uyumluydu çehreme. Allah bana tam olmak istediğim tipi vermişti be!
Sosyete kızlarını nasıl arakladığım aklıma geldi, elimle âletimi sıvazladım. El âlem erkek görsün. Bunlara biraz sert olacaksın ki kıymetini anlasınlar. Herkese bunu söylerim; sosyetik karılar tütün ve ter kokan bıçkın herifleri çok sever ve öyle tehlikeli serserilere �vermek� isterler. Hele yatakta canlarını biraz yaktın mı, senden bir daha ayrılamazlar.
Uff, gözümün önüne, bir ara sürekli götürdüğüm Yasemin orospusunun küfesi geldi, muazzamdı o kız be...
Karıların beni ne çok beğendiğini on yedi yaşımdayken anlamıştım. O zamanlar, kocasından tatmin olamamış evli kadınlar düzüşmek isterdi benle... Okula gitmez, evlerine giderdim kaltakların. Hiçbirinin kocasına yakalanmadım. Zaten korkmadım da bundan. Hele kocası bir yakalasındı bakayım; sustalıyı taktım mı, bağırsaklarını yatağa dökerdim herifin vallaha. Ve karısını o bağırsakların üzerinde götürürdüm.
Yüzümü yıkadıktan sonra hafifçe kırlaşmakta olan gür saçlarımı, jöleye buladığım ellerimle arkaya doğru taradım. Aynada dişlerime baktım; beyaz, eksiksiz ve pırıl pırıldı hepsi.
Kendime sek bir viski döküp, bir dikişte bitirdim kadehi. Bir tek kâğıtlı sardım makinede ve altın Dunhill�imle yaktım. Art arda üç nefes çektim. Kafam kırılsın istiyordum biraz.
Klâsik, �Safari� markalı aftır-şeyvimdem sürdüm suratıma, her zamanki gibi, avuç dolusu bollukta... Deodorant hiç kullanmazdım zati, malûmunuz; erkek dediğin biraz ter kokmalıydı.
Patron aklıma gelince, tadım kaçtı yine. Vakti gelince onun da ifadesini alacaktım. Patlayan kafatasının arasından fışkıran beyin parçalarını hisseder gibi oldum avuçlarımda. Anahtarları alıp, evden çıktım. Kapıda, gıcır arabam beni bekliyordu.
Lüksün gözü kör olsun.

4
CANER
�Joy Bar�dan içeri girdiğimde eski, acıklı bir şarkı çalıyordu. Tüm zamanların en baba şarkıcısı Al Green, o benzersiz üslûbuyla �How can you mend a broken heart�ı söylüyordu. Gerçekten de, tıp dünyası kırık bir kalbi onaracak ilâcı bulamamıştı henüz. Müziğin ritmiyle salınarak, bekâr bir erkeğin en etkili olduğu alana, bara geçtim.
Bar iskemlesinde oturup duran genç sarışın, ilk bakışta göz alan kadınlardan biri değildi. Aslında kusursuz güzellikte yüzlü, gayet biçimli vücutlu ve uzun boylu olmasına rağmen, sanki bunları sunumunda bir sorun vardı. Evet, göğüsleri biraz küçük, kalçaları dardı, ama onun cazibesini açığa çıkarmayan şeyler bunlar değildi. Giyiminde kuşamında, bakışında ve havasında dişilik yoktu; ne memelerini yükseltmek için şu özel sutyenlerden giymişti, ne bir dekoltesi vardı, ne de eteğinde erotik bir yırtmaç. Sadece koyu renk bir blue-jean, krem rengi gömlek ve gayet kapalı, kısa topuklu ayakkabılar...
Acaba kadınlar, yalnızca koca aradıklarında mı süslü ve seksi olurlar?
Salonun ortalarına geldiğimde, başını kaldırıp tepeden tırnağa incelemişti beni, çaktırmadan... Yanındaki boşluğa geçip durdum. Bir moda ya da sanat dergisi okuyordu. Barmene içkimi söyler söylemez vakit geçirmeden konuya girdim. Konuşmak iyi şeydir. Derler ya; hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa...
Erkekler, bar ya da kulüp gibi sosyal bir ortamda, kadınlarla konuşmaya çekinirler genellikle. Psikolojide bunun adı, �reddedilme korkusu�dur. Benim ise, hayatta korkmadığım bir şey varsa, o da �bir kadın tarafından reddedilmek�tir. Çünkü, hatunlar rasyonel düşünerek hareket etmezler çoğu kez. �Hayır� diyen kadın, gerçekten seninle çıkmak istemiyor mudur, pek bilinmez. Bir süre geçtikten sonra, aynı adamı fena halde isteyebilirler. Aslında sadece kadınların değil, insanların konuşmalarını, jest, tavır ve davranışlarını hak ettiğinden çok anlamlandırmamak, fazla ciddiye almamak gerekir. Uzunca bir süredir öyle yapıyordum ve bu yüzden reddedilme korkusu falan yaşamıyordum.
Konuşmaya başladıktan az sonra, onun dışarıdan hiç belli olmayan sıcak kadınsılığını derinlerde bir yerlerde hissettim. Bana göre, aslında ateş gibiydi o... Daha önemlisi, benden hoşlanabilecek bir tipti; akıllı, iyi eğitim görmüş ve estetik kültürü gelişmiş bir hatun...
Sohbetimizin hemen ilk bölümünde, çok uygun bir giriş yaptım. Tamamen doğaçlama değildi, ama o tadı içeren bir açılıştı işte. Entellektüel ve zeki bir kadını baştan çıkarabilecek yeteneklere sahiptim. Hani bazı şarkıcılara Allah tarafından bahşedilir ya, işte öyle bir şeydi bu benimki... Bir erkekten para sızdırmaktan başka bir şey düşünmeyip, bunun bedelini de ancak o talihsiz adamı tongaya düşürdüğü zamana kadar vücuduyla ödemek peşinde olan kurnaz kadınlar ise benden hiç hoşlanmazlardı.
Bir kadını baştan çıkaracak bir oyunun içerisindeyken, başlangıç modelini ve atmosferini yarattıktan sonraki evrede, yine aynı ritmi ve melodiyi kesintisiz sürdürmek gerekirdi. Bu yüzden, şarabımı yudumlayıp, konuşmaya ara vermeden devam ettim sözlerime.
�Size bu söylediklerim hiç bir şey değil. Garip bir şekilde, şu anda kafanızdan geçenleri, son yıllardaki hayatınızı ve hatta gelecekte neler olacağını da görebiliyorum. Bu olay, yoğun enerji aldığım insanlarla birkaç kez olmuştu daha önce. Ben de nasıl olduğunu bilmiyorum.
Arzu, söylediklerime pek değer vermiş gibi görünmüyordu bu kez.
�Benimle dalga geçiyorsunuz galiba...
Sıradan şeyler değildi söylediklerim. Biraz iddialıydılar ve aslında yeterli ısınmayı da sağlamamıştım. İşin doğrusu, �telepatik enerji� olayına biraz daha gözbağcılık yaptıktan sonra girmekti tabiî, ama buna zamanım olmamıştı. Nişanlısı yoldaydı ve kuş kaçabilirdi. Az önceki lâfları söyleyince, daha yeni oluşturmaya başladığım saygınlığımı yitirmekte olduğumu görür gibi oldum Arzu�nun gözlerinde. Çok mu hızlı gitmiştim?
Bu analizi yapacak veriye henüz sahip olmadığımdan, aklıma ilk gelen konuyu bodoslamadan açıverdim.
�Peki, daha önce bir kılıç yutucusuyla karşılaşmış mıydınız?
Şaşırdı ve şaşkınlıktan kekeledi.
�Anlamadım?.
Bilgi sahibi olmazsan kimseyi bir şeye inandıramazsın, ama bilge bir erkeğin karşısında, her kadının nutku tutulur.
�Hani sirklerde, panayırlarda filan olur ya...
Hareketini de yaptım bir güzel.
�Öyle bir �kılıç yutma gösterisi� izlediniz mi demek istedim.
�Hayır ama, bunun benimle ne ilgisi var?
Bu soruya da cevabım hazırdı.
�Onun da nasıl yapıldığını bilmiyorsunuz.
Ne söylemiş olduğumu anlaması için zaman verir gibi baktım gözlerinin içine ve özellikle durakladım. Sonra yavaşça sordum.
�Öyle değil mi? Nasıl yapıldığını öğrenmek ister misiniz?
Zokayı yutmuştu sanki.
�İsterim.
�Bu sihirbazlık gösterisi değildir; kılıç yutucuları gerçekten de yutarlar kılıcı. Bu işin sırrı; gırtlak adalelerini rahatlatmayı öğrenmek, böylece yutkunma refleksine mani olmaktır.
Ayağa kalkmış, ellerimle, kollarımla hareketleri yapıyordum. Pandomim gösterisi yapar gibi... Bu arada, bütün gözler bizi izler olmuştu kulüpte...
�Kullandıkları kılıcın iki tarafı da kördür, ama ucu, göründüğü gibi sivridir. Midenin tabanına ulaşmayacak bir boyutta yapılırsa sorun yaratmaz. Kılıç yutmanın en büyük ustası, Dan Mannix, 1951�de bu konuda bir kitap bile yazmış. Ancak bilim adamları, Mannix�e şarlatan muamelesi yapmışlar.
Merak içinde, dinlemeye devam etmekteydi.
�Sonunda, kılıç şeklinde bir neon lâmbası yutup lâmbayı yakınca içinin görüldüğü bir gösteri yapmış da, ancak öyle inandırmış milleti...
Arzu�nun mavi gözleri kocaman açılmıştı. Ne kadar güzel dinleyen bir kadındı. İçtenlikle gülümsedi.
�Çok ilginç bir şey bu yaa...
Şimdi, zokayı gerçekten yutmuş olduğunu görüyordum.
�Yaa, işte o yüzden...
Kendimi tutamayıp güldüm.
�Benim gibi telepatik güçleri olanlar, anlaşılmamaya ve toplum tarafından reddedilmeye mahkûmdurlar.
Ciddileşmek gerektiğini fark ettim ve en vurucu cümleyi söyledim sonra.
�Oysa ben, sizin bütün geleceğinizi değiştirebilirim...
Vayy vay vay... Hipnotizma seansında büyülenmiş kalmış biri gibi yüzüme bakıyordu. Haksız da sayılmazdı; bir çeşit hipnotizmaydı bu yaptığım.
�Yaa. Gerçekten mi?
Bu kez, daha da ciddi bir yüz ifadesiyle, kulağına doğru eğilerek fısıldadım.
�Nişanlınızın ismi neydi?
�Neden soruyorsunuz?
�Onunla bir bağ kurabilmem için gerekli bu.
Durakladı. Gözünün içine bakarak bekledim. İçkisinden bir yudum aldı ve hiç beklenmedik bir kolaylıkla ikna oluverdi.
�Tamam, peki.
Yüzüme bakıp gülümsedi.
�Murat. Murat Sevil.
�Nasıl bir tip?
�Uzun boylu, iri kemikli, siyah, düz ve geriye doğru taranmış gür saçlı. Esmerdir. Şık giyinir.
Utanmış gibi bakıp, gözlerini kaçırdı.
�Yakışıklıdır yani...
�Takım elbise mi giyer?
�Yok, spor şeyler giyer, ama şıktır işte... Bu gece, yeni mavi ceketiyle gelecek.
O iş nasıl oluyorsa. �Herhâlde anlaşılır bir sebebi vardır� diye düşünüp, üzerine gitmedim tabiî. Çok acelem vardı. �Murat�ı tanımlayıcı bir şeyler daha olsa� diye düşünüp, sordum.
�Görünür yerinde bir işareti var mıdır?
Arzu, bu soruyu biraz düşündü.
�Alnında bir yara izi var. Çocukluğundan kalma.
Hah, işte çifte kaymaklı ekmek kadayıfı...
�Şimdi gelecek zaten, sizi tanıştırırım. Neden soruyorsunuz bütün bunları?
�Şşşşşt.
Onu susturdum. Gözlerimi kapatıp ellerimi yavaşça kaldırarak başımın iki yanına, kulaklarımın üzerine koydum Bar taburesinden kalktım ve arkamı döndüm ona. �Joy Bar� epeyce kalabalıklaşmış ve içerideki hava iyice ısınmıştı. Işıklar kararmış, müzik iyice açılmıştı.
�Ain�t no sunshine�. Bill Withers�in bu en meşhur şarkısını, kilise korolarında yetişmiş �Jackson� ailesi, klâsik Motown üslûbuyla söylüyordu. Solistleri Michael Jackson, bu kayıtın yapıldığı yıllarda henüz ergen bir çocuk olmalıydı.
Çok güzeldi bu atmosfer, çook.
5
ŞEF
Murat Sevil.
Emniyetin sistemine bu ismi girip tarattım. Bir eşleşme olmadı. Ya Murat denen itin sabıkası yoktu, ya da ismi sahteydi. Dışarıyı gösteren güvenlik kamerasına göz gezdirdim. Öndeki genç çift ve yanlarındaki bodur arkadaşlarının arkasından mavi ceketli birinin yaklaştığını gördüm. Kapıda �bar gorili� kılığında bekleyen Mert�e hemen uçurdum istihbaratı.
�Adamımız sana doğru geliyor. Adı Murat Sevil; mavi spor ceketli, uzun, esmer, alnında façası var, küçük bir yara izi...
�Anlaşıldı, Şef.
Murat, kapıya geldi. Başıyla selâm verip içeri girmeye yeltendi. Elinde bir bloknot ve kalem bulunan Mert, önüne geçerek içeri girmesine engel oldu. Mavi ceketli yakışıklı şaşırdı. Kapının diğer iki yanını zorladığı engel aşma girişiminden sonra, ortada bir yanlışlık olmadığını anladı. Karşısında dikilmiş duran adama bir şeyler sorması gerektiğini düşündü.
�İyi akşamlar?
Mert, elindeki dosyaya bakıp adını sordu ona. Böylece, yanlış adam kepçeleme riskini bertaraf etmiş olacaktı. Murat, biraz tereddüt edip ismini verdi. Listesini taramış gibi yaptıktan sonra, gayet serinkanlı bir tavırla baktı ona Mert.
�Özür dilerim beyefendi, içeride özel bir toplantı var. Davetli listesinde isminiz yok, bu yüzden sizi içeri alamayacağız.
Murat denen hergele, bu muameleye çok şaşırdı. Sanki Mert ona, �evine giremeyeceğini� ya da �sokakta yürüyemeyeceğini� falan söylemişti.
�Nasıl yani? Ama ben nişanlımla içeride buluşacağım.
�Kusura bakmayın, ama kesin talimat var, ne olursa olsun sizi içeri sokamayız, beyefendi.
�Ya, saçmalamayın. Nişanlım içeride beni bekliyor dedim. Böyle abuk şey olur mu?!
Mert, kendinden emin bir tavırla, arkada bekleyenlere bakınır gibi yaptı ve Murat�a doğru dönüp yumuşak bir ses tonuyla söylediğini yineledi.
�Lütfen zorlamayın, size kesin talimat aldığımızı söyledim...
Herif, hiç sesini yükseltmeden ellerini ceplerine soktu, geriye doğru kaykıldı. İç geçirdikten sonra, sağ elini cebinden çıkartıp içeriyi gösterdi.
�O zaman en azından nişanlımı alıp çıkayım buradan.
Mert, hiç istifini bozmadı. Beklediği tepkilerdi bunlar.
�Hayır beyefendi, içeri girmeniz mümkün değil. Bakmanıza dahi izin veremeyiz.
Murat, bu kez iyice şaşırmıştı.
�Allah Allah ya... Demek ki size başka türlü davranmak lâzım.
O ana kadar çok ince davrandığının farkına varmış olmalıydı ki, birden alevleniverdi.
�Manyaksın sen yaa!!
Söylenmeye devam ederek cep telefonuna davrandı. Serdar�a işaretini verdim. Murat�a, yardımsever bıçkın bir genç edasıyla yanaştı ve kolundan tutup cep telefonunu çevirmesini engelledi.
�Ağbicim dur bir dakika sinirlenme. Bir sorun mu var?
�Var ya!... Bu dallama beni kapıdan almayacakmış. Ulan benim nişanlım içeride be! Sana mı teslim edicem lan ben ailemi, şerefsize bak!...
Mert sinirlenmiş gibi yapıp, üzerine yürüdü herifin.
�Bana bak küfretme, benim asabımı bozma!.. Ben sana terbiyesizlik yapmadım, küfür de etmedim. Müdürden talimat aldım diyorum. Lâftan anlamaz mısın sen?
Planlanmış olduğu gibi, Serdar, bir çırpıda ikisinin arasına giriverdi.
�Bırak ağbicim ya, takılma sen ona. Tamam güzel ağbim, sen gel benimle, sorunu derhal çözelim.
Murat bulunduğu yerden, elini tehditkâr bir şekilde uzattı.
�Nereye geliyormuşum? Oğlum, sorun nah burada zaten lan!..
Serdar, Mert�in üzerine yürüyen Murat�ı gayet usturuplu şekilde kapıdan uzaklaştırdı vücuduyla.
�Gel dedim ağbi sana. İçeri gireceksin. Sokacam kulübe seni diyorum yaa.
Murat, önünde duran Serdar�ın yüzüne ilk defa baktı ve onu ciddiye alması gerektiğini düşündü.
�Sen dalga mı geçiyorsun benimle?
�Tamam ağbi, buradaki herkesin içeri giriş sorununu ben çözerim zaten. O lavuk duymasın, yavaş konuş. Sen şimdi çaktırmadan beni takip et, ötesini merak etme.
Herif bir an duraklar gibi oldu. Sonra, beklediğimiz gibi zokayı yuttu.
�Tamam geliyorum.
Serdar ve Murat, karanlık sokağın girişinde kayboldular. İşin bu kısmı, beklenmedik bir kolaylıkta gerçekleşmişti doğrusu. Bizimkiler çok daha sert bir tepkiyle de karşılaşabilirdi. Herifin -eğer o herif idiyse- tehlikeli olduğunu biliyorduk, üstelik silahlı da olabilirdi.
İçeriyi dinlemeye döndüm.

6
ARZU
Caner, ellerini kulaklarına yapıştırmış, transa geçmiş bir haldeydi. Eğer bardaki halimize dışarıdan bir gözle bakabilseydim, gülerdim bu duruma. Oysa şimdi, burada donmuş kalmış ve onun tuhaf hareketlerini seyrediyor, gizemli öykülerini dinliyordum.
Sevgilimin gecikmesi hayra alâmet değildi. Ama nedense, içimde onunla ilgili bir endişe yoktu. Aklıma düşen ikilem gitgide belirginleşiyor, yeni tanışmış olduğum bu acayip adamla onun arasında sürekli karşılaştırma yapma durumunda hissediyordum kendimi. Evet, nişanlımı çok da sevmiyordum aslında. Hatta kimi zaman, bazı garip davranışlarından korktuğumu da itiraf etmeliyim, ama başka alternatifimin olmadığını öyle bir kanıksatmıştı ki bana, kaderimin o olduğunu düşünüyordum. Evlenme teklif etmiş olması ve beni sahiplenmesi, en temel ihtiyaçlarımdan birini doyuruyordu belki de...
Yataktaki hoyratlıkları geldi gözümün önüne; ona boyun eğen ve sürekli hizmet eden bir köleymişim gibi davranıyordu çoğu zaman. Yatakta, istediklerini zorla yaptırmayı seviyor ve bu da bana garip bir haz veriyordu. Onun cariyesi mi olmuştum acaba?
Yeni tanıştığım bu adamda ise, bambaşka bir şeyler vardı; parmaklarının ucundaki sihiri hissediyordum onun. Hayatımı değiştirebileceğinin işaretini almıştım sanki...
Başını yukarı kaldırıp, gözlerini kapattı. Ağzından belli belirsiz bir mırıltı çıktı.
�Ona ulaşmaya çalışıyorum.
Derin bir nefes aldı ve daha güçlü bir ses tonuyla devam etti.
�Şimdi görebiliyorum: Trafikte sıkışıp kalmış, cep telefonunu evde unutmuş, bu yüzden sizi arayamıyor. En az yirmi-yirmi beş dakika gecikecek, ama merak etmeyin; sağ-salim gelecek buraya. Cebinde sizin için bir de hediye var, oldukça değerli bir şey. Bir saate benziyor.
Şimdi daha çok etkilenmiştim doğrusu. Yavaşça kolumun üst kısmına dokundu. İçimin titrediğini ve bu adamın hayatımın akışını değiştirecek tuhaf bir �aura�ya sahip olduğunu hissettim.
�Siz hakikaten büyücüsünüz. Nasıl olur bu ya, nasıl? Cidden anlayamıyorum.
Caner, söylediğim şeye şaşırmış gibiydi.
�Yani size ne hediye getireceğini önceden söylemiş miydi? Biliyor muydunuz?
Birden ne diyeceğimi şaşırdım. Bu saat meselesini açıklamam için, çok şey anlatmam gerekiyordu. Bu yüzden, kısa kesip bir şeyler geveledim öylesine.
�Hayır, ama ben ne olduğunu tahmin ettim, siz söyleyince...
Caner, saf bir ifadeyle ısrar etti.
�Nasıl yani? Beğendiğiniz ve hediye olarak satın alması için ona söylemiş olduğunuz belirli bir saat mi vardı?
Omuzlarımı silkip, içkimden bir yudum aldıktan sonra önemsiz bir şeymiş gibi yanıtladım.
�Evet, onun gibi bir şey.
Yüz ifadesi garipleşti. Yine soracağını hissettiğim için, konuyu hemen değiştirmek istedim. Ondan şüpheleniyormuş gibi yaptım.
�Siz beni tanıyan birileriyle konuşmuş olmayasınız sakın. İşletmiyorsunuz değil mi beni?
Caner, söylediğime çok bozuldu sanki. Yüzü asıldı, bar iskemlesine oturup toparlandı.
�Arzu hanım, size de bir şey söylemeye gelmiyor yani. Neyse boş verin bütün bunları, şimdi doğum gününüz şerefine size bir sürpriz yapmak istiyorum.
DJ kulübesine bir işaret yaptı. İşareti alan çocuk onu başıyla onayladı ve ekranda Neşe Karaböcek�ten �Aşk eski bir yalan� şarkısının video klibi akmaya başladı. Eski Yeşilçam siyah-beyaz dönem filmlerinden komik bir kolâj yapılmıştı. Çok hoş bir şeydi. Şarabımdan sıkı bir yudum alıp bitirdim, video klibi seyrederken mutluluk sarhoşluğu yaşadığımı düşündüm, çünkü bir kadeh içkiyle kafası iyi olmazdı insanın. Beyaz perdeye bakarken, göz ucumla, Caner�in bardaki servis elemanları ile bir organizasyon yapmaya çalıştığını görüyordum. Ona bir gitar getirdiler, video klibin finalinden, şarkı söyleyerek girdi.
�Mutlu yıllar sana
Mutlu yıllar sana�
Bardaki müşteriler de ona eşlik etmeye başladı. Çok etkilenmiş ve sevinmiştim. Yıllardır hiç böyle değişik bir eğlence yaşamamıştım doğrusu. Garson, üzeri yanan mumlarla dolu bir pasta getirdi ve bana kestirdi. Herkes alkışladı, pasta ikramıyla birlikte şampanya patlatıldı.
�Mutlu yıllar Arzu
Mutlu yıllar sanaa...�
Gerçekten de, uzun zamandan beri ilk kez, bu gece çok mutluydum.

7
ŞEF
Bu doğum günü kutlaması işinden çok sıkılmıştım. Murat denen eşkıyanın bilgilerini bulup, içeriye iletmem lâzımdı. Bir aksilik olma halinde müdahale edebilmek için odaya koydurduğum kameraya bağlı olan ekranı açtım. Şimdi odanın tavanından ikisini de görüp, duyuyordum. Murat, odaya girince işkillenmiş, sağa sola bakınıyordu.
�Nereye geldik biz yaa?
Serdar, gayet sakin cebine davrandı. Helâl olsun çocuğa...
�Ağbi şimdi seni bu binadan kulübün içine sokucam. Merak etme, önce arka bahçeden, sağdaki binanın içine geçicez.
Murat�ın sinirleri iyice gerilmişti, had safhada kıllandığını anladım, ama basireti bağlanmıştı kerizin bir defa...
�Yahu böyle şeye ne gerek var?
Serdar�ın cebinden, ne olduğunu anlayamadığı bir nesne çıkardığını belli belirsiz fark etti.
�Ne o elindeki?
�Tamam baba, şimdi olacak.
Serdar, elindeki bayıltıcı spreyi yüzüne sıktı. Ne olduğunu hâlâ kavrayamayan Murat, anî bir refleksle boğazına sarılıp, duvara yapıştırdı onu. Sımsıkı kapatmış olduğu gözlerinden yaşlar fışkırmaktaydı.
�Aaah!! Allah belânı versin!... Gözlerim!... Öldürücem ulan seni!
Kasılmış yüzü anîden gevşedi, ayakta kendinden geçmişti. Serdar�ın boğazında kenetlenmiş olan elleri yavaşça çözüldü ve olduğu yerde yığıldı kaldı.
Murat�ın baygın gövdesinin üzerinden atlayarak geçen Serdar, yakasını paçasını düzeltti. Herifin üzerini aradı, belinden cep telefonunu aldı. Çıkarıp aldığı ceketinin cebindekileri yere döktü. Yere düşen süslü kutuyu, cebinden çıkardığı bir bez parçasıyla tutarak açtı. Taşlı bir kadın saati çıktı içinden. Kendi telefonunu çıkarıp beni aradı.
�Şefim, adamımızı uyuttuk. Şimdi kimlik bilgilerini veriyorum.
Önümdeki ekranda bulunan kontrol panelinin, Serdar�ın konuşmalarını doğrudan Caner�in kulağına yollayan düğmesini açtım. Mikrofonumdan Serdar�a, hazır olduğumu söyledim.
�Tamam kaydediyorum.
�Mehmet Özcan oğlu Acar Murat Gümüşlü.
�Soyadı Sevil değil miymiş?
�Hayır, soyadı Gümüşlü�ymüş. Kimlik sahte değil, fotoğraf ve soğuk damga gerçek gibi... Doğum tarihi, yirmi iki Temmuz 1970. Cüzdanındaki para, dört yüz elli beş lira ve evraklarda daha fazla bilgi yok. Ayrıca, üzerinde dört anahtar takılı bir anahtarlık ve hediye paketine sarılmış, taşlı bir kadın saati çıktı.
�Saatin markasını oku bana, biraz da tarif et.
Serdar saati evirip-çevirdi.
�Vacheron Konstantin yazıyor üzerinde, oval, tüm kenarı ve bileziği altın üzerine değerli taşlarla çevrili bir saat.
�Şimdi bana ehliyetinin üzerindeki diğer bilgileri oku.
Sorgulama sistemimize bilgileri girdim. Bu kaynaktan başka, en işe yarar istihbarat yerlerinden biri de, bankacılık bilgi sistemidir. Bu yüzden, banka hesapları bizim için önemlidir. Serdar�ın atlamış olma ihtimalini göz önüne alarak, onu da sordum hemen.
�Kredi kartı filan yok mu bu herifin?
�Yok şefim. Anlaşılan hep nakit çalışıyor.
İşin arasında espri sıçmasalar olmaz sanki...
�Anlaşıldı. Şimdi onu orada bırak, iki üç saat uyusun. Kalorifer borusuna iki elini birden kelepçele, oda kapısını kilitle. Bir durum olursa ve yeterli delil bulamazsak, kim olduğumuzu anlamaması lâzım. Tamam mı?
�Anlaşıldı.
�Haa, dur biraz, kapatma. Bir de cep numarasını ve fihristindeki numaraları alalım da bir bakalım.
�Tamam şefim. Zaten telefonu getiriyorum şimdi sana, herifi içeri atamazsak, bir şekilde geri veririz.
Bu seviyede suç işleyen bir insanın, geçmişine ait herhangi bir adlî kaydının olmaması, epeyce sık rastlanan bir durumdur. Basit hırsızlıklar, gasp, tecavüz ve yöresel cinayetlerin çoğu, hiçbir devlet kurumuna intikâl etmeden, örtbas olur gider. Batı ülkelerinde bu imkânsız bir şeydir, çünkü en basit trafik suçları bile kayda geçer. Böylece, suç işleme eğilimi zamanla artan kişileri takip etmek ve yakalamak kolaylaşır.
�Serdar, sabıka kaydı yok herifin; şunun parmak izlerini hemen alıver. Ne olur ne olmaz.
Serdar, cebinden ıstampasını çıkardı. Baygın yatan Murat�ın sağ elinin parmaklarını bastırıp, izlerini kâğıda geçirdi.
�Tamam, şimdi hemen buraya gel, birazdan operasyona başlayacağız.
Operasyon, bizi yormayacak şekilde, hemen sonuca gideceğe benziyordu. İlk adımı atmakta gayet başarılı olmuştuk. Şimdi sıra, devamını getirmeye gelmişti.
Yıllar öncesinde vuku bulmuş, esrarengiz bir cinayeti hatırladım birden. Karmaşık bir olay gibi görüldüğü halde, kapının girişinde bulduğumuz bir tarak sayesinde, işi patır kütür çözmüştük bir gecede. Üstelik tarak, şimşirden yapılmış falan da değildi, alelâde bir taraktı işte...
İşin başında her şeyin nasıl göründüğü önemli değildir esasında. Sonu hayırlı olsun inşallah.
8
CANER
On beş dakikalık sazlı-sözlü bir doğum günü partisi organizasyonu gerçekleştirmek, epeyce yormuştu beni. Doğrusu, uygun ortamı sağlamak için gerekli olmasaydı yapmazdım. Eski işim sebebiyle, bar ve kulüplere çok takılmış ve bir sürü partiye katılmış olduğumdan, etkileyici şekilde bitirebilmiştim bu göz boyama işini. Arzu gayet mutlu görünüyordu. Renkler, ışıklar, hareket ve şampanya, hemen vurup sarhoş eder insanı...
Gitarı barın arkasına bırakıp yaklaştım. Bardan iki kadeh şampanya aldım ve birini ona doğru uzattım. İnce bir hareketle kaldırıp kadehime dokundurdu.
�Nice mutlu, sağlıklı ve güzel yıllara...
Şampanyalarımızdan iri birer yudum içtik. Beyaz çehresini süsleyen güzel mavi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. İlişki sürecinin başlarında kadınları mutlu etmek kolaydır. Zor olan şey, mutlu olmalarını sürdürmektir elbette...
�Çok teşekkür ederim, beni çok şaşırttınız. Ne kadar kibarsınız.
Ben de gülümsedim.
�Rica ederim. Benim için bir zevkti.
�Siz müzisyensiniz demek. Ya da animatör falan.
Hah, işte beklediğim işaret gelmişti.
�İlk denemede yanıldınız. Müzisyenlik ya da sanat ile ilgili bir iş yapmıyorum, ne yazık ki...
�Ya ne işle meşgulsünüz?
�Bunu tahmin etmeniz için size ipuçları vereyim, bir oyun oynayalım diyorum. Ne dersiniz? Hem böylece, nişanlınız gelene kadar güzel vakit geçirmiş oluruz.
Arzu durakladı ve saatine baktı.
�Siz hakikaten çok, ama çok acayip bir tipsiniz. Peki tamam, doğru tahmin için kaç hakkım daha var?
�Sadece iki hakkınız kaldı.
Saatini sağ bileğine taktığını fark ettim, bunu da kullanabileceğimi düşündüm.
�Siz solaksınız değil mi?
�Bunu gördünüz tabiî, dikkatli birisiniz.
�Mesleğim gereği desem, sizin için bir ipucu olur mu acaba? Bu arada, bir solak olarak insanların yüzde on birini oluşturduğunuzu ve tarihin karanlık çağlarında, şeytanla bile özdeşleştirilmiş olduğunuzu biliyorsunuzdur herhâlde. İngilizcede �left� kelimesi, eski Cermencede zayıf ve kullanışsız anlamına gelen �lyft� kelimesinden türemiştir. �Right� ise haklılık ve doğruluk anlamına geliyor.
Arzu ile yakınlaştıkça, onu daha çok beğenir olmuştum; çok güzel bir kadındı. Yine ışıltılı dişlerini göstererek güldü. Devam ettim.
�Ancak daha sonraki araştırmalarda, siz solakların, konuşma ve ifade yeteneklerinin, biz sağ elini kullananlara oranla daha güçlü olduğu ortaya çıktı. Ne tuhaf değil mi?
Söylediklerimi tuhaf bulup bulmadığını anlamadım, ama yüzüne gayet rahat ve keyifli bir ifade yerleşmişti.
�Valla, onu bilmiyorum, ama sizin ikna yeteneğinizin çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Yeni bir meslek tahmininde bulunacağım, ama biraz daha düşüneyim, ondan sonra...
Arzu bir refleksle yine saatine baktı. Nişanlısının her an gelme olasılığı onu tedirgin etmeye başlamıştı sanırım. Elindeki cep telefonuna göz attı. Birden, çocukluğumda sokaklarda oynadığımız bir oyun aklıma geldi.
�Tilki tilki saat kaç?
�Anlamadım.
�Çocukken bu oyunu oynardık, hatırladınız mı?
�Hakikaten. Nereden geldi aklınıza bu şimdi?
Saatime bakarak Arzu�nun taklidini yaptım.
�Sık sık saatinize bakmanızdan tabiî.
Arzu yalnızca gülümsedi. Bir şey anlatmak isteyip de anlatamaz gibiydi. Aklındakini ona ben söyleyiverdim.
�Nişanlınız için endişe etmenize gerek yok. Size açıklamıştım...
�Biliyorum. Tamam. Artık saate bakmayacağım.
Şimdi artık konuyu başka yöne çekebilirdim. İş kıvama gelmişti.
�Baksanıza, kıskandığımı filan sanmayın lütfen, beni de ilgilendirmez ayrıca, ama nişanlınız Murat Bey�i çok mu seviyorsunuz? Ona âşık mısınız?
�Evet, onu seviyorum. O da beni seviyor.
Çaresizlikten yalan söylüyor gibi geldi bana... Kadınlar böyledir işte; hep severler, hep âşıktırlar ve bütün kabahatleri aşk yüzünden işlerler. Eski karım da böyle söylemişti, �Her şeyi âşık olduğum için yaptım!� Bunun esas adı, �Aşkın arkasına saklanmanın vazgeçilmez kolaylığı�dır aslında. Bunları düşünürken boş gözlerle bakıyor olmalıydım ki, Arzu, sözlerine devam etme gereği duydu.
�Ne o? Bana acayip bir şey söylemişim gibi bakıyorsunuz. Siz aşka filan pek inanmıyorsunuz galiba?
Kendi halinde gözlerimle yüzüne baktım.
�Ben hayatım boyunca hiç âşık olmadım ne yazık ki...
Sonra lisedeki ilk aşkım aklıma geldi, boş yere yalan söylemek istemedim. Eğer insan yalan söyleyecekse, bunun bir nedeni olmalıydı.
�Yok yok, on yedi-on sekiz yaşındayken bir kez âşık olmuştum, ama bu aşkın bana yaşattığı kötü duygulardan ve içine düşmüş olduğum keder verici durumdan pek hoşlanmamıştım.
Aslında bütün içtenliğimle gerçekleri anlatıyordum ona. Meraklanıp sordu.
�Neden?
�Hoşlanmadım, çünkü bir kadını olmadığı bir yere koyup, bir anlamda ona tapınmak, ulaşamadığın için acı çekmek ve kıskanmak bana göre şeyler değil. Bunların doğru olduğuna inanmadığım için de aşktan ve âşık olmaktan hep kaçındım.
�Peki, doğru olan nedir sizce? Yani bir erkek için, âşık olmanın alternatifi, her önüne gelen kadınla duygusuzca yatmak mıdır?
Aşkın karşıtının seks olduğunu düşünmediğimi anlatabilmek için yalnızca ağzımı açabildim. Konuşmama fırsat vermeden devam etti.
�Âşık olmadığım adamla öpüşemem bile ben...
Artık bu kadarı da fazlaydı; hem fazla, hem de kuyruklu bir yalan!... Kadınlar ne tuhaftır; kendilerinin bile inanmadıkları bir takım namus safsatalarıyla erkekleri etkileyebileceklerini düşünürler.
�Hadi canım. Siz, herhangi bir sebeple etkilendiğiniz her erkeğe âşık olduğunuzu düşünüyorsunuz o zaman. Aşk olmazsa cinsellik olmaz ve hatta hoş bir öpüşme bile olmaz, öyle mi?
�Evet. Ben öyle biriyim. Ama sizin öyle olmadığınız gayet güzel anlaşılıyor.
Bu konuları fazla uzatmam doğru değildi ve üstelik anlamı da yoktu. Zaman, her koşulda, insanın aleyhine işleyen bir şeydi.
�Beni boş verin şimdi. Demek, âşık olduğunuz erkeğe sadakat göstermek konusunda çok katısınız. Peki ya hemcinslerinizle aranız nasıl? Kız arkadaşlarınız çok mudur?
Neredeyse hiç kız arkadaşı kalmamış olduğunu gayet iyi biliyordum.
9
ŞEF
Serdar, barın kapısından içeri girdi. Mert, onu kapıda karşıladı. İçeri girmekte olan müşteriler olduğundan, dikkat çekmemeleri için ikisine de sıkı bir uyarı geçmiştim. Serdar�ı bana doğru yürürken yakaladı.
�Hallettin mi herifin işini?
Serdar, böbürlenen bir ses tonuyla cevap verdi Mert�e.
�Ayıbettin komiserim. Hallettim tabiî ki.
Bürodaki iyi adamlarımdan biriydi Mert, evvelki sene sınava girip komiserliğe terfi etmişti. Orta seviyede zekâya sahip bir çocuktu. Dürüst ve çalışkandı. Cinayet Bürosu�nda kurduğum dört ekipten birinin başındaydı. Bu olayda, piyango onun nöbetine çarpmıştı.
�Yaa, baksana komiserim. Bu iş sana da biraz ters gelmiyor mu? Hokkabazlar gibi oyun oynuyoruz burada. Şu yaptığımız işlere bakar mısın? Caner�in bok yemeleri işte...
Mert, Serdar olacak hıyarağasını duyup duymadığımı anlamak için hafifçe bana dönüp baktı. Renk vermeyip, fısıltılarını dinlemekle yetindim. Duyduğum kadarıyla, Serdar�ın söylediklerini onaylamaz bir tavırda değildi. Ona arka çıkıyordu.
�Şef�in kulağına gitmesin bunlar. Oğlum biliyorsun, ben de haz etmiyorum o ibne kılıklı heriften. Ne yapacaksın işte, biz işimize bakalım.
�İyi de, işin ucu bize dokunuyor. Şu kadını biz sorgulasak, iki dakikada bülbül olurdu vallaha. Bir tokatta altına işetirdim ben onu...
�Neyse, biz şef ne derse onu yapalım şimdi, sen de kes artık!... Zaten bütün gece uyumamışım, bir de sen dırdır edip durma.
�Yaa, herkes karısının koynunda mışıl mışıl uyurken biz bu rezilliğe bulaştık. Yetmiyormuş gibi, işin yoksa gece vakti sahne dekoru yap, oyun oyna...
�Yeter oğlum yeter!
�Tamam komiserim de, bazen moralim bozuluyor işte, üç kuruş maaş için yediğimiz naneye bak.
Öteden beri, elemanlarım arasındaki ilişkileri, çelişkileri, kavgaları gayet detaylı şekilde bilirdim. Bunlardan bir kısmını görmezden gelirim, çünkü bunlar gerilimli ortamda çalışmanın yarattığı şişkinliğin, hiyerarşik sistemlerdeki hassas dengelerin emniyet supabıdır. Aşırı kontrol ve otorite, sonunda balonun patlamasına neden olur. Bu yüzden, bu türden iç çekişmelere nadiren müdahale ederdim. Yine de, densizlikleri görmezden gelmenin bir haddi vardır.
�Ne kaynatıyorsunuz orada oğlum, Ediyle Büdü gibi?...
�Yok bir şey Şef, operasyonu konuşuyorduk işte.
Cevap veren Mert olmasına rağmen, Serdar�a bakıp sordum.
�Adamımızı sıkıca tutturdun mu boruya?
�Tutturdum Şefim. Şu herifi deliğe tıksaydık daha iyi olmaz mıydı?
Şu çocuğu, döverek de adam edememiştim, söverek de... Âmirlik babamın şirketi değildi ki, istediğimi atayım, istediğimi satayım.
�Benim salak oğlum, ah be... Neyi sebep göstererek gözaltına alacağız onu, ha?... Senin yeni kanunlardan haberin yok galiba. Biraz oku da adam ol...
�Haklısın şefim, ama yine de, başına birini dikelim hiç olmazsa...
İçerideki hıyarları dinlerken, sol kulağımı kulaklıktan dışarı almıştım. Caner, dişe dokunur bir şeylere girdi gibi geldi, aceleyle cihazı tekrar düzeltip içeriye döndüm. Neyse ki kaçırdığım bir şey yoktu.
�Kes şu vırvırı; konuşmaları duyamıyorum senin o bet sesinden. Ayıldığında hâlâ bir şeyler bulamamışsak, zaten salmak zorundayız adamı. O zaman oradan kaçsın daha iyi...
Başını öne eğip, mırıldanmakla yetindi sonunda.
�Anladım şefim.
�Aman, nihayet anladın demek!... Şimdi ayakaltında dolaşma, arabaya git ve talimatlarımı dinle!...
Kıskançlığından nefret ediyordum. Kötü huyları bir yana, Serdar, genç ama becerikli bir polisti aslında... Bu yüzden, geçen sene, genel müdürlükte onu tanıyan bir âmirin önerisiyle, memurluktan komiser yardımcılığı rütbesine getirmiştim onu. Aynı resmi rütbede, ama on bir yıl kıdemli ve benzersiz yeteneklere sahip olan Caner�le kendini aynı kefeye koyması, olacak şey değildi.
Serdar�ın hırsını ve enerjisini kullanarak, onu ölesiye çalıştırabilirdiniz. Bu yüzden, bir ölçüye kadar, onun bu bet tavırlarını görmezden geliyordum. Mert ise, komiser olmasına ve Caner�i pek sevmemesine rağmen, ona ilişmez, emir vermeye kalkışmaz ve bu konularda benim sözümden dışarı çıkmazdı.
�Mert!
�Efendim şefim?
�Sen şu benim yerime geç, içeriyi dinle. Hırsızlık Bürosu dosyalarına da sistemden bak. Civarda benzer olay var mı? Ben de oranın âmiriyle bir görüşeyim.
Serdar toplanıp dışarı çıktı. Mert benim yerime geçip, kulaklığı taktı. Ekranda, �Hırsızlık ve Gasp Masası�nın sisteminde kayıtlı olan soygun dosyalarını taramaya başladı. Büronun âmiri, benim dönemim bir başkomiserdi. Jetonu biraz geç düşen ağır bir arkadaşımız olduğundan, ondan uzak durmayı tercih ederdim genellikle. Bu akşamki vukuat sonrasında, onu aramak zorundaydım. Selâm-sabah derken, konuya girdim.
�Başar�cığım dosyalara zaten bakıyoruz. Benim istediğim; son altı ay içinde, faili meçhul, planlanarak yapılmış ve yüklü miktarda mal kaldırılmış olan ev veya iş yeri soygunlarının dökümü...
Cinayet Bürosu personeli olarak, diğer büroların dosyalarına girebiliyor, ancak kıstaslar belirleyip buna göre döküm alma işini beceremiyorduk.
�Tamam, bir bakın. Anlaşıldı, ben aldırırım ordan. Ya da benim posta kutuma göndersinler. Yani senin hatırladığın bir vaka yok, öyle mi?
Başar, aklında kalan bir-iki soygunu anlatmaya başladı, ama bunların bizim olay ile benzerliği yoktu. Daha fazla dayanamayıp, konuşmasını yarıda kestim. Sahada çalıştığımı ve acele işim çıktığını söyledim. Telefonu kapayıp Mert�e aklıma gelen başka bir şeyi sordum.
�Cüzdanından ya da ceplerinden çıkan başka bir şey yok muymuş bu herifin?
�Yokmuş, şefim.
�Caner�e bilgi geçtin mi?
�Çoktan. Şimdi fihristteki telefonlara bakıyorum.
�Telefonları daha sonra araştırırız. Sohbet nasıl gidiyor?
�Murat olacak hergelenin bir ortağı olmalı. Sen kulaklığı al istersen, şefim. Ben de Serdar�ı kolaçan edeyim. Yavaş yavaş konuya giriyor galiba.
�Tamam, ver bakalım.
Kulaklığı takıp, Mert ile yer değiştim. Barın içinde, konuşmalar ilginç şekilde gelişiyordu. Sonuca gideceğini de adım gibi biliyordum.
Adam olacak çocuk, bokundan belli olurdu.
10
ARZU
Caner bana kız arkadaşlarımla aramın nasıl olduğunu sorduğunda, kafamdan epey bir düşünce geçti. Evet haklıydı. Okul yıllarında pek çok arkadaşım vardı, içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Onlara ne olmuştu? Evlenip koca evine taşınan her kız arkadaşım, bir süre sonra benden uzaklaşmıştı. Şimdi nişanlandım diye, sanki ben de başka kadınlardan kaçar olmuştum.
Çok uzaklarda, çocukluğumun geçmiş olduğu İzmir sokaklarında oynadığımız oyunlar geldi aklıma. Hep erkeklerle oynamak isterdim. Bana erkek çocukların enerjisi daha cazip gelirdi, her nedense. Beğendiğim bazı çocuklarla, merdiven altlarında, �doktorculuk� gibi erotik oyunlar oynadığım da olurdu. Demek ki daha o yaşlarımda, karşı cinsle yakınlaşmak istemişim.
İlk gençlik yıllarımda, çok güzel bir kızken ve açık bir aile ortamında yetişmiş olmama rağmen, hiç bir erkek tarafından hastalıklı bir yaklaşıma ya da saldırganlığa uğramamıştım. Belki de bu sebepten dolayı, cinsel konularda sorunsuz olduğumu düşünüyordum. Ama ilerleyen yıllarda, bir sürü erkekle tanışmış olmama rağmen, tek bir koca adayını bile güçlükle bulabilmiştim.
�Aslında öyle çok sayıda arkadaşım yok; yalnız biri sayılırım. Size göre, kız arkadaşlarımın, âşık olduğum erkeği baştan çıkarmalarından korktuğum içindir bu, olsa olsa...
Caner, bu sözlerime kahkahayla güldü.
�Doğru olabilir valla. Peki, lisedeyken nasıldı? O zaman kız arkadaşlarınız daha çoktu değil mi?
�Yine bildiniz. Gerçekten öyleydi, çünkü kızlar erkeklerime tehdit oluşturmuyorlardı o zaman.
Kendi sözlerime kendim güldüm.
�Lise günlerindeki arkadaşlıklarımız çok güzeldi. Hiç sona ermeyecek gibiydi.
�Sonra?...
�Sonra herkes evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Görüşmez olduk.
�Neden genç kızlar büyüyüp evlendiklerinde, bekâr arkadaşlarıyla görüşmek istemezler, hiç düşündünüz mü?
Acı bir gülümsemeyle Caner�e baktım ve duymak istediği yanıtı verdim ona.
��Tam rekabet piyasası� mı? Ekonomistlerin deyişiyle...
Kadeh tokuşturduk. Biraz güldük. Çok zeki bir adamdı, ama yine de bilmediği pek çok şey vardı kadınların dünyasında...
�Piyasada doğru dürüst erkek kalmış olsa, biz kadınlar bu kadar kıskanç olmazdık belki de.
�Neden? Dünyada birdenbire erkekler mi tükendi? İstatistik olarak, her kadına bir erkek düşüyor. Hani eskiden savaşlar vardı, nüfus olarak bir erkeğe üç kadın filan düşüyordu, ama şimdi öyle bir durum da yok.
�Erkek var da yok işte... Adam gibi adam yok. Meselâ ben, sizin gibi birisiyle karşılaşmadım hiç. Biraz hoşuma giden biri olduğunda, ya evli olduğunu öğreniyorum, ya da sevgilisi olduğunu filan. İşin kötüsü, öyle bir rekabet var ki, evli kadınlar bile yeni koca peşindeler. Bir yandan yirmilik çıtırlar, bir yandan şeytana pabucunu ters giydirecek kadar kurnazlaşmış, geçkin kadınlar... Ayrıca, kocalarına göz açtırmayan, ama kendisi hep piyasada olan evli kadınlar ve başka alternatifler yaratmak için zamanla yarışan dul kadınlar...
Bir yudum şarap içip devam ettim.
�Bütün kadınların gözü sokakta, kan gövdeyi götürüyor. Adamlar ne yapsın? Düzgün bir adamı nikâh masasına götürmek için, kırk fırın ekmek yemek lâzım.
Benim konumumdaki kadınların durumu ile ilgili düşündüklerimi anlatmaya çalışmıştım işte... Caner, bakışlarıyla beni onaylıyor gibiydi.
�Doğru, haklısınız. Üstelik işin bir de ekonomik tarafı var. Çok da maddî bir dünyada yaşıyoruz. Parasız mutlu olunmuyor. Sahi, nişanlınız Murat Bey ne iş yapar?
�İş adamı o... Ticaretle uğraşıyor. Ayrıntısını bilmiyorum.
�Nasıl yani? Tanışır tanışmaz hemen mi nişanlandınız?
�Yok canım, beş aydan fazla oldu, ama ben iş konuları ile pek öyle ilgilenmem.
�Ortağı var mı?
�Mustafa diye biri var, ama beraber olduğumuzda işten hiç söz etmezler.
�Ofisleri nerde peki?
�Mecidiyeköy�de bir yerde, aynı zamanda Mustafa�nın evi orası. Birkaç defa ben de gittim. Şimdi ev-ofisler moda ya...
�Doğru söylüyorsunuz. Benim de Mecidiyeköy�de bir ev-ofisim var.
Caner, işaret parmağını yüzüme doğrulttu.
�Bak bu da bir ipucu. Belki de benim ev-ofisim, Murat beylerinkine yakındır. Profilo tarafında mı, yoksa stad tarafında mı?
�Stadyum tarafında... Ortaklar caddesinden giriliyor. Oralarda bir yerde işte...
�Tesadüfe bak; ben de oradayım. Sağdan ikinci sokakta mı yoksa?
�Yok, üç ya da dördüncü sokakta galiba. Sokağın ismini bilmiyorum, köşesinde Arçelik servisi var, oradan giriliyor.
�Haa, anladım. Halil Bey apartmanında, sarı cepheli olan.
�Ne apartmanı olduğunu bilmiyorum. Yok yok, sol tarafta altı ya da yedinci bina... Kırmızı tuğla kaplama bir apartman işte, onun ikinci katında. Bayağı güzel, lüks bir daire...
Bu konuşma, aklıma Murat�ı getirdi birden. Bu kadar geç kalmış olması, olağan bir durum değildi.
�Yaa, Murat�ı hakikaten merak ediyorum. Buradan çıkışta Mustafa�ya gidecektik...
Durakladım. Ortada tanımlamakta güçlük çektiğim bir tuhaflık vardı. Caner gibi bir adamın Murat�la ilgilenmesi doğaldı, ama biraz -ne demeli- normalden fazla meraklı değil miydi?
Masada duran, Murat�a ait cep telefonu çalmaya başladı. O sırada, içerideki konuşmaları önümdeki ekrana not almakla meşguldüm; istifimi bozmadım. Yanımda bekleyen Mert, yaklaşık otuz beş saattir uykusuz olduğundan, düşmüş durumdaydı. İrkildi.
�Arayan içerdeki kız; Arzu...
Telefonu almak üzere elini uzattı. Parmağımı dudağıma götürerek, sessiz olmasını işaret ettim.
�Telefonu açma, at şu çekmeceye...
Dediğimi yaptı.
�Tamam, sen şimdi araca git. Serdar�la beraber Mecidiyeköy�e uçuyorsunuz. Mustafa�yı sen sorgula. Telsiz kullanmıyoruz, adres tarifini 505�le geçerim, bu da yazılısı.
Not aldığım kâğıt parçasına, gidilecek yönü karaladım. Her şey, Mustafa denen hergelenin sorgusuna bağlıydı. Bu yüzden, onun evinde nasıl sorgulanması gerektiği konusunda Mert�i uyarmış ve bir araba lâf anlatmıştım. Mert çok yorgundu, bu yüzden endişeliydim ama başka çare yoktu; başka insanları olaya karıştıramazdım.
Şu anda bulunmam gereken yerden, Cinayet Masası�ndaki büromdan aradılar. Nöbetçi ekip, şehirde hunharca işlenmiş cinayetlerden birine kilitlenmişti ve bana akıl danışmak istiyorlardı. Sekreterime, sahadaki ekibin âmirini bağlatıp, �başının çaresine bakmasını� söyledim ona. Bu arada Mert, yoldan beni arıyordu.
�Yoldayız şefim. Mecidiyeköy�e beş-on dakikaya varırız.
�Dediğim gibi onu usturuplu sorgula, biraz canını yakabilirsin, çok da insafsız olma... Ortağının ötüp, onu ele verdiği taktiğini kullan. Serdar da evi iyice arasın. Mücevherler, büyük ihtimalle orada. Suç âleti bir tornavida, biliyorsun. Sami Tuzcu�yu ikisinden birisi öldürdü. Büyük ihtimalle de, buradaki vicdansız yaptı o işi. Mustafa�yı mutlaka öttürmen lâzım ve alacağın ifade düzgün olmazsa da...
Aslında gerisini söylemesem de olurdu.
�Biliyorsun işte. Her şey biter.
�Sen merak etme Şef. Onu bülbül gibi şakıtırım. Başka bir şey?...
�Suç âletini de bulmanız lâzım.
�Anlaşıldı şefim.
�İyi şanslar. Arada telefon edip, Murat Gümüşlü�nün Mustafa�yı ele verdiğini söyleyeceğim sana... Bir aksilik olursa, merkezi arayıp yardım isteyin. Polis olduğunuzu söylemeyin ve kimlik göstermeyin son ana kadar..
�Anladım şefim.
�Eğer yanılmışsak başımıza iş alırız sonra. Ne olur ne olmaz. Arama iznimiz yok. Serdar�ı da uyar. Haydi bakalım, Mert. Top sende, gol bekliyorum.
Mert golü atacaktı, bunu hissediyordum.
12
CANER
Arzu�yu, okul arkadaşı Billur�u anlatmaya yönlendirmiştim. Köşesine kadar gelmiş, ama olmamış, onun yerine Mustafa�nın adresini koparmıştım ağzından. Bu sıralama değişikliği, daha da iyi olmuştu sanki. İçkimden iri bir yudum daha aldım. Arzu cep telefonunu, endişeli bir şekilde, tekrar tekrar çevirmekteydi. Karşı tarafta, Murat�ın telefonunu kimsenin açmayacağını bildiğimden, içim rahattı.
�Murat Bey�in telefonu açılmayacak, şu anda evinde masasının üzerinde çalıp duruyor. Altı ay önce, bir iş için sizin atölyenize geldi, öyle tanıştınız. Elinde, yağlı boya tablolar vardı. Birkaçının tamir edilmesi gerekiyordu. Ama sizden asıl istediği, başka bir şeydi. Başka bir iş...
Arzu�nun rengi attı birden. Sesinde şaşkınlıktan öte, bir endişe vardı şimdi.
�Nasıl biliyorsunuz? Şaşırtıyorsunuz beni? Sakın büyücü filan olmayasınız siz?
�İşte, ikinci hakkınız da böylece gitti. Sihirle, büyüyle falan işim yok benim. Son derecede gerçekçi biriyimdir.
�Benim geleceğimle ilgili bir şeyler bildiğinizi, pardon, telepatik güçlerinizle gördüğünüzü söylemiştiniz. Bu arada siz evli filan değilsiniz ya...
İster istemez güldüm bu lâfa. Kadın, her yerde ve her koşulda kadındır işte. Arzu benim polis olmamdan değil, evli olmamdan şüphelenmişti.
�Merak ettiniz demek. Evli erkeklerin çoğu, hoşlandıkları bir kadınla tanıştıklarında evli olduklarını söylemezler.
�Yani, yalan söylerler.
�Hem de kuyruklusundan. Ama söylediklerinin aksine, kadınlar, evli olduğunu söyleyen erkeklerden uzak durmazlar.
�Ben uzak dururum.
�Emin misiniz? Biraz düşünürseniz, bunun olayın ve erkeğin durumuna göre değiştiğini hatırlayacaksınız. Ona bakarsanız, ben size bekâr olduğumu söylesem de bir şey değişmeyecek. Sizin bir nişanlınız var. Ayrıca, benim karım olmaz da, bir sevgilim ya da nişanlım olabilir. Değil mi?
Gözlerinin içine derin derin baktım. Bir cevap beklediğimi anlayınca gözlerini kaçırdı. Bir yudum şarap içip, bana doğru döndü.
�Elbette bu olabilir. Haklısınız, ama ben, hiç bir erkeğin öteki kadını olmak istemem.
�Bunlar derin konular. �Öteki kadın�, çoğu zaman esas kadından daha değerlidir.
Herhâlde, konuşmamızın başlangıcında, kadın-erkek konularını kendisi kadar ustalıkla kıvırtamayacağımı düşünmüştü. Nişanlısı Murat konusuna bir an önce gelebilmek için, konuyu yine sadakate yönlendirdim.
�Sadakate çok önem veriyorsunuz anlaşılan, kıskanç mısınız?
�Evet...
Cilveli bir jest yapıp, konuşmasına devam etti.
�Kıskançlığın hoş bir şey olduğunu düşünüyorum.
�Hoş mu? Yani bir erkek sizi sosyal hayatınızı sıfırlayacak kadar kıskansa, işe göndermeyecek kadar göz açtırmasa ve hatta siz ondan sıkılıp, ayrılmaya kalktığınızda sizi tehdit etse, sizi ve erkek arkadaşınızı döverek hastanelik etse...
Epeyce fazla abartmıştım galiba. Arzu dayanamayıp patladı.
�Yeter! Hayır ya, o kadar kıskançlığı kimse istemez. Bir erkeğin, sevgilisini sahiplendiğini hissettirecek düzeyde bir kıskançlıktan bahsediyorum.
Yine anlamazlıktan gelip devam ettim.
�Demek bir erkeğin kadınının sahibi olmasını, yani onun efendisi olmasını güzel buluyorsunuz? Kölelik hâlâ devam ediyor mu bu devirde?
�Saçmalamayın, ne köleliği? Ben aşktan ve sadakatten söz ediyorum...
Sinirlenerek devam etti.
�Neden bu kadar rahatsız olduğunuzu anlamadım. Demek siz kıskanç biri değilsiniz. Bu, sadık bir erkek olmadığınızı da gösterir. Yanılıyor muyum?
Bir anlamda yanılmıyordu.

13
ARZU
Durumun tuhaflığı aklıma başka şeyler getirmişti. Acaba?...
Tuhaflık başka yerdeydi; hayatında kadınlarla ilgili sorunlar vardı onun. Bu apaçık belliydi. Yanıt alamayınca, sadakat konusundaki sorumu yineledim. Murat�ın bana olan bağlılığı ile ilgili neler söyleyeceğini merak ediyordum. Bir de, kendisinin evli olup olmadığını...
Caner, son derecede sakin bir tavırla içkisinden bir yudum aldı.
�Sadakatle ilgili sorunuzu yanıtlamayacağım. Çünkü o kelimeden hoşlanmıyorum. Ben hiçbir kadının sahibi olamam ve hiçbir kadın da benim sahibim olamaz. İnsan, zorunda olduğu, ayrılmaktan korktuğu veya alışkanlıklarından vazgeçemediği için değil, sadece beraber olmayı istediği için görüşmeli sevgilisiyle...
Adamın konuşmaları birden tepemi attırdı.
�Siz evlisiniz değil mi? Bana doğruyu söyleyin... Ancak evli bir erkek, karşısındaki kadını ikna etmek için konuşur böyle...
Caner, bu lâfıma kahkahayla güldü.
�Çok hoşsunuz gerçekten.
Sonra yine ciddileşti. Belki de evli filan değildi. Tam onu yeniden sıkıştırmaya başlarken, Murat ile ilgili konuşmaya başladı.
�Tanışmamızın başında, nişanlınıza sadık olduğunuzu söylemiştiniz. Peki, �o� size sadakat gösteriyor mu acaba?
Birden, Murat�ın beni boynuzladığını duyup öğrenme olasılığından tedirgin oldum. Oysa, bu konuda bildiklerini öğrenmek için can atıyordum az önce... İnsan bazen, içindeki çelişkileri hissediyor. Aşk da böyle değil midir? Aynı anda, hem haz duyarsın, hem de hüzün...
�Benden başka hiç bir kadına bakmadığını düşünüyorum, neden sordunuz?
�Murat�ı yeterince tanıdığınızı sanmıyorum. Bugüne kadar, kafamda gördüklerim beni hiç yanıltmadı. Biraz önce, siz ondan bahsederken, hiç bilmediğiniz bazı şeyleri duyumsadım.
Gördükleri her neydiyse, gerçek olabilirdi. Çünkü Murat, günün ve gecenin büyük bölümünde yanımda değildi. Bir başka kadınla evli bile olabilirdi. Birden içim burkuldu; gerçeklerle karşılaşmaya hazır olmadığımı hissettim. Yine de, konuşmalar buraya kadar gelmişken sormadan duramadım.
�Nasıl şeyler?
Gözlerini kaçırdı.
�Size bunu izah edebilmem için bazı sorularıma cevap vermeniz gerekecek. Neyse geçelim bunları, keyfinizi kaçırmayayım doğum gününüzde...
�Lütfen öğrenmek istediklerinizi sorun bana. Bu konu benim için çok önemli...
�Peki, durun bakayım...
Caner, yine transa geçti.
�On gün kadar önce olmalı, eski bir okul arkadaşınızla kalabalık bir yerde görüyorum sizi... Yıllar sonra yeniden karşılaşmışsınız onunla. İsmi B�li bir şey. Ünlü bir iş adamının kızı...
Bir anda dondum, kaldım. O kadar şaşırmıştım ki, bu şaşkınlık seli, içimden doğru yükselmekte olan şüphe ve endişelerin önüne geçti.
�Billur!... Onunla kuaförde karşılaşmıştık. Ama bunu görmeniz inanılmaz bir şey!
�Çok net olmamakla beraber, size bir obje gösterdiğini görüyorum. Bu değerli bir takı...
�Evet doğru, gördüğümde çok ilgimi çekmişti. Ailesi çok varlıklıdır Billur�un, ama o gösterişi hiç sevmez. Bunun benimle, Murat�la ve sadakatle ne ilgisi var?
�Demek Billur hanımla bu karşılaşmanızın nişanlınız Murat beyle ilgisini kuramıyorsunuz. Öyle mi?
�Yok, kuramıyorum.
Caner, gözlerini gözlerime dikmişti. Korkuyla başka yerlere bakmaya çalıştım. Düşüncelerimi okuyordu, artık bundan emin olmuştum. Aklıma gelenleri kafamdan atmaya çalıştım, ama olmadı. Söylemiş olduğu şeyleri düşündüm. Billur�la o günkü karşılaşmamızı hatırladım ve Caner�in her şeyi bildiğini hissettim.
�Bana Billur Hanım�la kuafördeki bu karşılaşmanızı bütün ayrıntısıyla anlatırsanız, sorularınızın cevabını verebilirim.
Birden, her şeyi anlatmaya karar verdim ona...

14
MERT
Serdar ile birlikte, köhnemiş bir apartmanın küf kokulu merdivenlerden çıktık. İkinci katta, Mustafa�nın cep telefonunu çaldırıp sağ ve sol daire kapılarını dinledik. Serdar, kulağını dayadığı sağ dairenin kapısında telefon sesi duyduğunu söyledi. Zili çaldık. Mustafa, kapıyı tereddüt etmeden açtı. Kırk beş yaşlarında, esmer, bıyıklı, alt sınıftan bir adamdı. Üzerinde rakı göbeğini belirginleştiren kirli bir tişört, altında buruşmuş pantolon ve lâstik tokyoları vardı. Beklediği insanları göremeyince şaşırmıştı.
�Hayırlı akşamlar, Mustafa bey.
Kapıyı kapatmak üzere davrandı. Serdar hemen üzerimize kapanmakta olan kanadı iterek, adamın geriye doğru çekilmesini sağladı.
�Siz de kimsiniz?
Mustafa�yı önümüze katıp içeriye salona girdik. Önce kaçmaya yeltendi, kaçamayacağını anlayınca telâşlandı ve bağırmaya başladı.
�Haneye tecavüz bu yaa!... İmdaat polis!!
Soğukkanlı bir tavırla, parmağımı dudaklarıma götürdüm.
�Şşşşt, sakin ol bakalım. Gürültü yaparsan polisi çağırırız ha...
Mustafa, yan gözle beni süzüp, haybeden gürültü yapmanın yararsız olduğunu anladı hemen.
�Kimsiniz siz, çete misiniz?
Serdar, Mustafa�nın koluna girerek, masanın yanından çektiği bir iskemleye oturttu onu. Ben de karşısına oturdum.
�Biz senin yeni arkadaşlarınızız.
�Ne istiyorsunuz benden?
Ayağa kalkmaya yeltendi. Arkasında duran Serdar, omuzlarından bastırıp yerine oturttu.
�Otur otur. Sana birkaç şey soracağız. Merak etme eğer sözümüzü dinlersen canın yanmaz. Ama inatçılık yaparsan sonun kötü olur. Anladın mı?
�Ben bir şey yapmadım ki.
Konuşurken, ellerini iskemlenin arkasına alıp, kelepçeledim. Bu hareket, sohbeti ciddiye almasını sağladı.
�Heyy, ne oluyorsunuz yaa!...
Serdar, evin her yerini didik didik aramaya koyuldu. Bu arada, Şef�ten beklediğim telefon geldi. Ona, �karşımda oturuyor�. �yaa öyle mi?� ve �doğrudan ifadesini yazıp imzalatalım� gibi karşılıklar verip, bir şeyler karaladım önümdeki kâğıda. Notları okur gibi yaptım.
�Bak ortağını aldık; Acar Murat Gümüşlü. Nam-ı diğer Murat Sevil. Şu anda merkezde ifadesi alındı. Bülbül gibi şakımış, her şeyi itiraf etmiş. Malı beraber götürmüşsünüz ama, adamı sen şişlemişsin. Doğru mu?
Mustafa, çok endişeli bir ruh haline giriverdi.
�Ben bir şey yapmadım, görmedim, duymadım. Murat diye birini de tanımıyorum.
Birden ayağa kalkıp, yüzüne sıkı bir tokat patlattım. Bas bas bağırdı.
�Sana bir soru sordum, ulan!... Palavrayı bırak! Ortağının söylediği doğru mu? Adamı öldüren sen misin? Cevap ver! Evet ya da hayır!...
Elimi vuracakmış gibi kaldırıp, iyice yaklaştım. Mustafa güçlükle konuşur haldeydi.
�Ağbi, vallahi ben bir şey bilmiyorum.
Ellerimi temizler gibi çırpıp, sandalyemi kaldırdım.
�O zaman, Murat�ın ifadesini doğru kabul ediyorum ve itirafnameni yazıyorum, sen de imzalayacaksın. Tamam mı?
Serdar�a doğru döndüm.
Sonra Mustafa beyi hemen hastaneye götürelim ve �sağlamdır� raporu alalım ki, sonra �işkence altında itiraf ettim� filan demesin. Gerçi, ortağı şahitlik yapacağı için, mahkemede suçu inkâr etse de sorun olmaz ya...
Mustafa, gözleri kocaman açılmış, bizi izliyordu. Küçük bir teşvikle hemen çözüleceğini anlamıştım. Serdar�a, Mustafa�yı işaret ettim.
�Bu salak şimdi her şeyi anlatsa, cezası hafiflerdi halbuki.
Serdar, beni onayladı. Mahkemede, müebbetten onu kimsenin kurtaramayacağını söyledi. Mustafa�nın yüzüne baktım, yutkunduğunu gördüm. Sonra diliyle dudaklarını ıslattı. Suratındaki ifadeyi çözdüm, biraz sonra ötmeye başlayacaktı.
Sorgulamalardaki anahtar kelime budur işte: Motivasyon...

15
ARZU
Billur�u gördüğümde on gün kadar önceydi; kuaförde karşılaşmıştım onunla. Kolejdeki en samimî arkadaşlarımdan biriydi. Onu gördüğüme çok sevinmiştim. Kalabalık salondan içeri girdiğimde, saçlarını boyatıyordu.
�Kimi görüyorum burada. Billur?
�Aaa. Arzu.
O da şaşırmış ve sevinmişti.
�Seni yıllar sonra yeniden görmek ne güzel.
�Seni de öyle, Arzu.
�Nasılsın, her şey nasıl gidiyor?
�İyi ya, ne olsun. Hayat hızla geçiyor işte. Evlendin mi? Çoluk çocuk var mı?
�Bende yok valla, beş-altı ay önce nişanlandım daha. İnşallah seneye evlenip hemen çocuk yapacağım. Sende durumlar nasıl?
�Ben neredeyse yedi yıllık evliyim, altı yaşında bir de oğlum var. Hemen doğuruverdim.
Billur çok değişmiş, koca kadın olmuştu. Bir anne ifadesi gelmişti yüzüne. Otuzunu geçen kadınların hemen hepsinde olduğu gibi, onun vücudu da balıketinden biraz halliceydi. �Acaba ben nasıl görünüyorum� diye düşünmekten kendimi alamayıp hemen aynaya baktım. Ondan farklı olarak, daha genç kız havasında olduğumu farkedince sevindim.
�Ah, ne güzel. Ben de artık öyle bir hayat istiyorum. Ama biliyorsun, ben ressam oldum. Sanatçıların hayatı nasıl olur bilirsin...
Billur�un boynundaki kolye dikkatimi çekmişti, elime alıp baktım.
�Ne güzel bir kolye takmışsın, Billur. Nedir, Allah aşkına bu böyle?
�Dikkatini çekti demek... Babamı bilirsin, antika meraklısıdır. Geçen ay Londra�da ünlü bir müzayededen almış bunun takımını. Ama bu orijinali değil, taklidi, yani replikası.
�Nasıl yani, ama bu da altın. Taşları da gerçeğe benziyor.
�Evet evet... Mücevherlerin orijinallerinin üç yüz yıllık kraliyet koleksiyonundan olduğu için, inanılmaz yüksek antika değeri varmış. Bunları Tiffany, aslının aynısı olarak yapmış. Şekerim, zaten kraliyet ailesi, orijinal mücevherleri takıp ortaya çıkmazmış öyle. Orijinaller, sarayların kasalarında muhafaza edilirmiş.
�İnanılmaz güzel bir montür bu.
�Yaa, babam da orijinallerini bizim sarayın kasasına koymuş, annem ve ben de taklitlerini kullanıyoruz, işte gördüğün gibi... Ne komik değil mi? Ee, ne de olsa sosyetik kadınım.
Billur, konuşmaya köylü şivesiyle devam etmişti.
�Aristokrat bir aileden geliyom.
Birlikte gülüştük.
�Sami amca iyi mi? Annen nasıl?
�İyiler işte ya, ne olsun. Babam artık işlerin tamamını İzzet�e devretti, daha çok hayır işleriyle filan uğraşıyor. Annem de fena değil işte. Seninkiler de iyidir umarım.
O sırada cep telefonu çaldı.
�Dur şu telefona bakayım.
Billur, telefonda bir süre babasıyla konuştu. Baba-kız, eskiden beri sosyal aktiviteleri birlikte takip ederlerdi. Konuşma bitince, cep telefonunu kapatıp çantasına koydu. O esnada, beni de yan koltuğa oturtmuşlar, saçlarımı hazırlamaktaydılar.
�Annem, gelecek hafta Amerika�daki teyzeme gidecek. Bilirsin iki kokoş birbirlerini görmeden yapamazlar. Babam da hiç hoşlanmaz teyzemden, o burada yalnız kalacak. Hoş, o bayılır karısının seyahatte olmasına ya... Konserdi, oyundu, sergiydi hiçbir aktiviteyi kaçırmaz. Opera�da önümüzdeki hafta, �Öp beni, Kate�in galası var, oraya gidecekmiş.
Billur�a bakan çocuk, saça tarakla son şeklini verdi.
�Nasıl, istediğiniz gibi olmuş mu, Billur Hanım?
Aynayı saçın arkasında dolaştırdı.
�Olmuş, olmuş, eline sağlık.
Çırak önlüğü aldı, Billur'un koltuğunu çekti. Billur ayağa kalkıp bana doğru geldi.
�Arzucum, benim işim bitti. Acelem var, gidiyorum. Mutlaka görüşelim. Seni bir gün eve bekliyorum. Hale ve Sedef de gelir, kaynatırız. Tamam mı?
�Harika olur.
�Bana telefonunu versene.
�Dur ben sana kartımı vereyim. Bak burada atölye adresim de var. Belki resimlerimi görmeye gelirsin. Şuraya, arkasına cep numaramı yazayım.
�Benim kartımı da al. Hoşça kal canım.
Öpüştük.
�Sizinkilere çok selâm söyle.
Caner�e bütün karşılaşmayı ayrıntısıyla anlattım. O da merakla dinledi. Acaba polis mi diye tekrar düşündüm. Yüzüne baktım. Evet, düşününce olabileceği geçti aklımdan ama sonra da �olanaksız� dedim kendi kendime, çünkü böyle bir polis dünyanın hiçbir yerinde olamazdı. Hal, tavır, giyim-kuşam, konuşmalar... Hayatımda, gözlük takan bir polis hiç görmemiştim doğrusu...
Ayrıca, beni nasıl bulup da, neden konuşturmak istesindi ki?...

16
CANER
Konuşmanın devamında neler olduğunu anlatmasına gerek yoktu. Tahmin ettiğim gibi, Murat�a, Sami Tuzcu ile ilgili bütün istihbaratı o sağlamıştı. Ayrıntıları bana bu kadar kolayca anlatması ilginçti doğrusu.
Bazen böyle olur; karşınızdaki insan, nedensiz bir içtenlikle, beklediğinizden çok daha fazlasını verir. Bu, girilmiş olan atmosferin ve sarhoşluğun bir sonucu da olabilir, karışık kafaların ve tuhaf ruh halinin de... Şimdi, ayrıntıları öğrenmeliydim; şeytan daima ayrıntıda gizliydi.
�Anladığım kadarıyla, Billur Hanım�la kuaförde karşılaşmanızdan ve takmış olduğu gerdanlıktan, Murat�a da söz etmişsiniz.
Arzu�nun yüz ifadesi değişti; sonunda şüphelenmeye başlamıştı galiba benden. Tatsızlaşıverdi.
�Ettim galiba, ne var bunda? Murat�ın sadakatiyle Billur�un ne ilgisi var?
Anî bir kararla konuyu değiştirdim, ondan öğrenebileceğim bir nokta daha vardı.
�Tamam, peki. Boş verin bunu. Siz atölyenizde çalışırken Murat Bey işine gidiyor, sonra akşamları ne yapıyor?
�Nasıl yani?
�Gece nerede kalıyor, sizinle mi?
�Haftada iki-üç kez birlikte geçiririz geceleri...
�Birlikte yaşamıyorsunuz. Başka bir evde kalıyor, değil mi?
�Evet, ne var bunda? Yalnız kalmaktan korkan bir annesi var, onunla kalıyor. Babası öleli çok olmuş.
�Onları gördünüz mü?
�Kimi gördüm mü?
�Annesini, evini, başka akrabalarını?
�Yo, hayır, beni hiç evine götürmedi. Aman Allah�ım, evli mi yoksa o?!...
Akıllı ve güzel bir kadının, kafasını bu kadar çok evliliğe takmış olması, akıl almaz bir şeydi.
�Öyle söylemedim, ama hayatında sizden başka kadınların var olduğunu söyleyebilirim. Sizinle ciddi bir gelecek planlamış olsa, evine götürmez mi? Annesiyle tanıştırmaz mı? İşi ile ilgili bir şeyler anlatmaz mı? Bunları hiç düşünmediniz mi?...
Arzu, öfkeli bir tavırla sesini yükseltti.
�Siz bana asılıyorsunuz. Ondan ayrılıp size yakınlık göstermemi istediğiniz için böyle söylüyorsunuz.
�Ne kadar kızdınız öyle... Evet, sizi beğendim ve çok çekici buldum, ama gerçeklerin sizi bu kadar rahatsız edeceğini düşünmedim. Özür dilerim. İsterseniz başka şeyler konuşalım, ya da sizi rahat bırakayım.
Ayağa kalkıp, gider gibi yaptım. Arzu, tavır değiştirdi birden.
�Yok yok, özür dilerim. Sizi kırmak istemedim. Ben de sizden çok hoşlandım, ama erkeklerin sadakatsizlik hikâyelerine dayanamıyorum nedense...
Özrünü kabul etmiş gibi, sessizce ayakta durdum.
�Murat bunu neden yapıyor peki? Beni neden aldatıyor sizce?
Ona kırılmış gibi davranmayı sürdürdüm.
�Boş verin canım, başka şeylerden bahsedelim en iyisi...
Yerime oturup, şarabımdan bir yudum daha aldım. Arzu sabırsızlanıyordu.
�Caner Bey, bana kızdınız belki ama ben mutlaka öğrenmek istiyorum. Murat beni aldatıyor mu?
Vay anasını yahu, hatunu neredeyse tutuklayabilecek kıvama getirmiştim, o hâlâ sevgilisinin namusunun peşindeydi. Rahmetli babam, �Bu kadınların hepsi aynıdır oğlum, evine bağlı bir adamla evlenip, çocuk doğurmaktan başka bir şey düşünmezler� derdi de, inanmazdım ona.
Sustum ve kızmış gibi yaptım.
�Murat�ın ne olduğunu birazdan anlatacağım. Ama ondan önce, söyleyeceklerimi doğru dürüst dinlemenizi istiyorum sizden.
Arzu sesini çıkarmayınca, bunu fırsat bilip, bar sandalyesinden ayağa kalktım tekrar. Başka yönlere doğru bakıp, anlatmaktan vazgeçmiş gibi yaptım.
�Benim ne suçum var bu işte yaa?.. Sevgilinizle ne yapmak istiyorsanız onu yapın, ister evlenin, ister evlenmeyin...
�Tamam tamam, kızmayın canım. Söz veriyorum, size tepki göstermeyeceğim. Anlatın lütfen; ne biliyorsanız, ne görüyorsanız...
Tava gelmiş olduğu kesinleşince, yine ruhlar dünyasıyla iletişim kuruyormuş gibi gözlerini kapattım ve biraz durakladım.
�Sizin nişanlınız Murat, hayatı tamamen yalan üzerine kurulmuş bir kişi...
Çok üzülmüş gibi devam ettim.
�Evet, o bir sahtekâr. Onu hiç tanımamışsınız.
Arzu ne diyeceğini şaşırdı.
�Neden böyle söylüyorsunuz? Esas siz onu hiç tanımıyorsunuz. Sizin bu ön yargılı saçmalıklarınızı da artık dinlemek istemiyorum. Hem...
Yine saatine baktı.
�Ben onu dışarıda beklesem daha iyi.
Kalkmaya davrandı. Hayat böyledir işte, külâhlar sık sık değişir yol içinde. Uzanıp kolunu hafifçe kavradım. Gidemeyeceğini bilecek kadar emindim kendimden.
�Bana bir söz verdiniz...
Arzu durakladı ve endişe ile gözlerime baktı. Bir şey söylemesine fırsat vermedim.
�Artık Arzu demek istiyorum sana. Bir sakıncası var mı? Sen de bana Caner de lütfen. Sizli bizli konuşmayalım.
Elimi, yavaşça eline doğru indirdim ve tuttum.
�Senin gibi güzel ve akıllı bir kadının, Murat gibi birinin ağına düşmüş olması beni çıldırttı. Söylediklerim için özür dilerim.
Yumuşayıp, yerine oturdu.
�Belki de haklısın. Murat hakkında çok şey bilmiyorum. Düzgün bir geçmişi olup olmadığı konusunda şüphelerim var aslında... Ama...
Duraklayıp, derin bir iç geçirdi.
�Ama ne?
�Bulabildiğim erkeklerin en iyisi bu işte. Başka bir şey bilmiyorum. Otuz yaşımı bitirdim, bir mesleğim var, güzel sayılırım.
�Sayılmak mı? Çok güzel bir kızsın.
�Güzellik de para etmiyor, gençlik de. Evlenecek doğru dürüst birini bulamadım işte. Çocuk yapmak, mutlu olmak istiyorum. Neden öyle bakıyorsun yüzüme? Gerçeği söylüyorum, başka erkek bulamadım!...
�Bunun gerçek olmadığını biliyorsun. Yeterince aramadın. İstesen her erkeği baştan çıkarabilirsin.
�Öyle çok kadınca şeyleri bilmem ki ben. Bir erkeği ayartmak, tahrik etmek...
Lâfını keserek devam ettim.
�Onu yatakta uçurmak...
Birlikte güldük, lâf dönüp dolaşıp belden aşağıya gelmişti.
�Yatakta iyi değil misin yoksa?
Arzu durakladı. Biraz utanmış gibi geriye çekildi.
�Bu senin için çok mu önemli?
�Yok, ben kendim için sormadım. Erkekler için önemlidir. Bilirsin işte...
Fısıltıyla konuştu.
�Ben �sana� sormuştum.
�Bak, ben senin çok ateşli bir kadın olduğunu düşünüyorum. Ama bu ateş, her erkekte tutuşmaz. �At sahibine göre kişner� derler.
O şahane dudaklarını yüzüme yaklaştırdı.
�Ne kadar ateşli olduğumu öğrenmek istiyor gibisin, yanılıyor muyum?
Bir vücut eskiviyle ondan hafifçe uzaklaştım. Devam etti.
�Dilini yutmuş gibisin. Peki, ben devam edeyim o zaman. Evet, Murat hak ettiğim şeyleri tam olarak karşılayacak bir erkek değil, ama yakışıklı ve cömert biri. Ayrıca beni de seviyor ve evlenmek istiyor. Sence, ona hayır mı demeliyim?
Hâlâ gerçeklerin farkına varmamış olduğunu anlayıp, ona daha anlayışlı bir yaklaşım gösterdim.
�Murat�ın seninle ilişki kurmasında başka sebepler olmasın sakın?
Saf saf bakan Arzu, birden irkilerek geriye çekildi.
�Nasıl başka sebepler?
Aslında o, söz konusu �başka sebepler�in neler olduğunu gayet iyi biliyordu ya...

17
MERT
Evin arka odalarında arama yapan Serdar, sıkıntılı bir yüzle Mustafa�nın yanına geldi. Belliydi ki, mücevherleri bulamamıştı. Mustafa, bütün teşvik edici konuşmalarıma rağmen, sürece girmiş, ama henüz tam olarak çözülmemişti. O kadar yorgundum ki, ben kendim çözülmekten korkuyordum.
�Mücevherlerin yerini söyle de bizi yorma artık...
�Ne mücevheri ağbi yaa?
�Sen söylemesen de mutlaka bulacağımızı bilirsin. Ama o zaman sana öyle bir sopa atacağım ki kıçının üzerine oturamayacaksın. Anladın mı?
Mustafa bir şey söylemedi. Ben de kıpırdamadım. Orada dikilip, bir şey söylemeden duran Serdar, ansızın hareketlendi ve Mustafa�ya feci bir tokat çaktı. Bir yandan da ürkütücü bir sesle bağırdı.
�Anlaşıldı mı lan?!
Darbe o kadar şiddetliydi ki, Mustafa iskemleyle beraber bağırarak yer devrildi. Dudağı patlamıştı.
�Yapma ağbi, vallahi bir şey bilmiyorum ben yaa...
Serdar, onu kolundan tutup, iskemleyle birlikte kaldırdı. Burnunu çekip duruyordu.
�Bak son defa söylüyorum. Eğer düzgün cevap vermezsen onu senin öldürdüğüne karar veririz ve ona göre davranırız, bilesin. Öyle ki �beni öldürün� diye yalvarırsın. Son defa soruyorum. Ortağın, Sami Bey�i senin öldürdüğünü söyledi. Doğru mu bu?
Melûl mahzun yüzüme baktı. Mücevherler bulunmadan, bir bok anlatmayacağını anlamıştım. Çünkü, hâlâ bu işten yırtma umudu taşıyor, suç ortağı Murat�ı tanıdığını itiraf ettiği anda hapse gireceğini düşünüyordu. Serdar�a işaret çaktım, yemek odasına geçip aramaya devam etti.
Bir kaç dakika sonra, ben Mustafa�yla konuşmayı sürdürürken, gözümüzün önündeki bir dolapta, orijinal kutularıyla birlikte buldu mücevherleri. Çıkardığı bir bilezik ve kolyeyi getirip, Mustafa�nın gözüne soktu.
�Yürüttüğün mücevherleri buraya kargalar getirmiş demek ki...
Mustafa, salya sümük, korkuyla baktı ona. Serdar�a işaret ettim.
�Bulunanlar için hemen tespit ve döküm yapıp tutanak imzala. Sonra da sigorta listesi ile karşılaştır, bakalım eksik var mı? Aramaya devam et, suç âleti de burada olabilir.
Mustafa�ya dönüp bağırdım.
�Burda mı suç âleti?!
Üzerine yürüyüp elimi vuracakmış gibi kaldırdım. Ağlamaya başladı.
�Vallaha ben bir şey bilmiyorum. N�olur vurma be abi!..
Bir tokat daha patlattım. Sonra yakasına yapışıp tartaklamaya başladım.
�Ulan, gözümün içine baka baka yalan söylüyorsun be. Seni de sağ koyarsam namerdim. Şerefsiz herif, daha konuşmana gerek mi kaldı? Her şey ortada. Hadi hırsızlıktan seni içeri atsam, altı ay yatıp çıkarsın, ama sen adam öldürmüşsün lan! Seni hiç kimse kurtaramaz, haysiyetsiz, namussuz herif!
Sol elimle saçlarını kavrayıp, sağla tokat vurmaya hazırlandım.
�Ortağın Murat�ın söyledikleri doğru mu? Onu sen mi öldürdün? Son defa soruyorum.
�Doğru değil abi. N�olur vurma ağbi. N�olur...
Katılarak ağlamaya başladı.
�Yalan ağbi, hepsi yalan. Ağbi beni bu civarda herkes tanır. Kimseyi öldüremem ben, şiddetten katiyen hazzetmem.
Hıçkırıklara boğulup, zorlukla devam edebildi.
�Hakkaten o şerefsiz öyle mi söyledi?
�Oğlum sana yalan mı söyleyeceğiz. �Mustafa öldürdü� demiş, �kocaman bir tornavidayla, ben de engel olmaya çalıştım, ama olamadım� demiş.
�Aşağılık herif! Ağbi, inan ki ben kan görmeye bile dayanamam, düşer bayılırım. İçim kalktı zaten, tiskindim orda. Zavallı adamı o şerefsiz Murat öldürdü, engel olamadım ağbi!!
�Peki, ama evi beraber soydunuz onunla, değil mi?
�Evet ağbi.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi.
�Yazın ağbi, tövbe billâh. Her şeyi anlatıcam.
İşte yine olmuştu; biraz teşvik ve sonrasında dayak, her zaman mucize yaratırdı.
Psikoloji bilgim işe yarıyordu doğrusu...

18
MUSTAFA
Işıklar sönük, fener ışıkları altında Sami Bey�in kasasını açmaya çalışmaktaydım. Kulağıma doktor âleti takılı durumda, şifre komütatörünün seslerini dinliyordum. Murat ise, elinde büyük bir tornavidayla yazı masasının çekmecelerinin kilitlerini kırıyordu. Daha önce defalarca konuşmuş olmamıza rağmen, sabırsızlığı beni kahrediyordu.
�Neredeyse bir saat oldu be Mustafa. Deliricem oğlum, aç şunu artık yaa...
Yaptığım işe ara verip, kızgınlıkla döndüm ona.
�Sana söyledim kolay olmayacağını. Söyledim, di mi?
�Söyledin de... En geç bir saate olur dediydin. Şimdi ağız mı değiştiriyorsun?
�Allah aşkına, sus artık. Kafam karışıyor yahu.
Sustu. Az sonra komütatör beklediğim sesi verdi.
�Tamamdır.
Heyecanla kapağını ardına kadar açtı kasanın. Elindeki feneri içeri doğru tuttu.
�Hepsi burada işte. Oğlum Mustafa, malı götürdük lan.
Mücevherleri çantaya doldurmaya başladık. O sırada Murat, kapıdan tıkırtılar geldiğini duydu. Bana sessiz olmamı işaret etti. Fenerleri söndürdük. Kapı açıldı, birinin içeri girdiğini duydum. Gelen adam, holü geçip salonun ortasına doğru birkaç adım attı ve durdu. Bir sorun olduğunu hissetmiş gibiydi. Murat, elindeki feneri yakıp yüzüne tutuverdi. Tahmin ettiğim gibi, Sami Tuzcu�ydu gelen. Salonun ortasında durmuş, afallamış, gözlerini kırpıştırıyordu. Murat, kaba bir sesle seslendi ona.
�Hoş geldin, Sami Bey!...
Yaşlı adam, korkmuş ve şaşırmış olmasına rağmen cesur bir tonda sordu.
�Ne işiniz var burada? Kimsiniz?
�Korkmayın canım, kasanızı boşaltmaya geldik sadece. Şimdi gidiyorduk.
Sami Beyin hiç sesi çıkmadı. Murat, bana dönerek devam etti.
�Ama kalmamızı istersen kalırız da. Değil mi ortak?
Bu konuşmalardan ve işin uzamış olmasından çok tırsmıştım. Benim onayımı almak isteyen tavrından da rahatsız oldum. Bir an önce ordan çıkıp gitmek istedim.
�Ağbi, hadi çabuk çıkalım burdan.
Beni, hiç kaile almadı.
�Dur biraz. Sami Bey�le her zaman sohbet etme fırsatı bulamayız. Kendisi, bizim gibi sıradan insanlarla katiyen konuşmaz. Konuşmazsınız, değil mi Sayın Sami Tuzcu?
Sami Bey, suskunluğunu bozup, kararlı bir sesle karşılık verdi.
�Alacağınızı almışsınız işte, başka ne istiyorsunuz benden?
Murat, birden nedensiz bir şekilde sinirlendi.
�Ya canını da almak istiyorsak? Canını almamı ister misin? Haa?!! Sıkılmışsındır artık yaşamaktan be Sami amca, kaç yaşındasın?
�Yetmiş dört...
�Daha ne olacak be amca, bırak biraz başkaları da şöyle kıyak hayat yaşasın. Sen Yahudi asıllıydın değil mi?
Sami Bey şaşırıp duraklamıştı. Murat�ın kafa yapısını bildiğimden hemen araya girdim.
�Yeter ağbi ya, alacağımızı aldık. Hadi gidelim artık...
İşte o anda, ok yaydan çıktı, Adamcağız ürkmüş ve açıklama yapmak istemişti. Çığlık gibi bir sesle...
�Yok evlâdım, yedi sülâlemiz Türk�tür bizim. Elhamdülillâh müslümanız da...
Murat, lâfını kızgınlıkla kesti.
�Dönmesiniz lan siz!... Bırak palavrayı şimdi. Biz köpek gibi sürünürken, bütün sülâleniz paşalar gibi yaşadı bu memlekette be. Bu hayatın tadını siz çıkardınız. Tefecilik sizde, adam kazıklamak sizde, dalavere-dubara sizde... Hep kendiniz yersiniz hapur-hupur, sizi koruyan askere de boruyu döşersiniz. Askerlik yapar mısınız lan siz? Yapmazsınız.
�Yavrum, ben tam iki yıl askerlik...
Murat, adama sıkı bir tokat patlattı.
�Yalan! Hepsi yalan. Bana yavrum filan deme şerefsiz!! Delirmiş gibiydi. Müdahale etmeye çalıştım, ama olmadı.
�Ağbi, deli misin sen yaa, çabuk çıkalım burdan. Başımızı belâya mı sokmak istiyorsun?
Murat, kaba bir hareketle beni yana itti.
�Çekil ulan kenara, bir şey konuşuyoruz burda...
Sami Tuzcu, geri dönmek üzere hamle yaptı. Murat, sol elindeki feneri yere attı, omzundan tutup, elindeki tornavidayı hızla adamın göğsüne sapladı. Koluna yapıştım, ama geç kalmıştım. Sapladığı tornavidayı kanırtıp geriye çekti. O iğrenç ses, şimdi bile kulaklarımdan gitmiyor, ağbicim. Midem bulandı, kusmak istedim. Sami Tuzcu�nun göğsünden fışkıran kanın bir kaç damlası, gömleğine sıçradı. Adamcağız kalbini tutarak iki dizinin üzerinde yere yığıldı ve sonra kapaklandı.
�Ağbi, ne yaptın sen yaa. Murat hiçbir şey olmamış gibi, serin bir ifadeyle yüzüme dönüp baktı.
�Ne yapmışım? Bir mikrobun canını aldım işte.
�Ne gerek vardı buna yaa?... Ağbi, ne yapıcaz şimdi?
�Ne yapıcaz oğlum, hadi toparlan, kirişi kırıyoruz.
Toparlanıp sessizce kapıdan çıktık. O bir iblismiş zaten, sayın ağbim. Allah seni inandırsın, işin başında hiç anlamadım bunu...

19
ARZU
Caner, polis olduğunu hâlâ anlamadığımı düşünüyordu belki de. Durup dururken neden ona her şeyi anlattığımı saflığıma vermiştir, ilk görüşte aşka inanacak değildi ya...
Artık teslim olmuştum zaten, gerisi hikâyeydi. Ona karşı duyduğum karmaşık heyecanın son güzelliğini yaşamak istiyordum yalnızca. Şansıma küsüp, hayatın akışına bırakmalıydım kendimi. Olan olmuştu. Sonuçta, sebebi ne olursa olsun, çeşitli günahlar işlemiştim ve bunların da bir bedeli vardı. Ancak sorun şuydu ki, bulaştığım suçlar karşılığında maddî veya manevî hiçbir kazanç sağlamamıştım.
Ahh, bu kadar aptallığı bir arada nasıl yapmıştım ben?...
Saat on biri geçmiş, bar hıncahınç dolmuştu. Barmen, kim bilir kaçıncı kez, şarap kadehlerimizi doldurdu. Enikonu sarhoş olmuştum aslında. Birbirimizi ancak ayakta, kulaklarımızın dibinde konuşarak duyabiliyorduk. O anlarda, kokusunu içime çekiyor, kalbinin sesini duyuyordum hafiften.
Her şeyi yitirmekte olduğumun korkusu ve hüznü ile onu bulmuş olmamın verdiği heyecan ve aşk birbirine karışmış, sarhoşluğum beni bir çılgınlık nöbetine doğru sürüklüyordu.
Caner, zekâ fışkıran gözlerini gözlerime dikip içkisinden bir yudum daha aldı. Bana doğru döndü ve birden hiç beklemediğim kadar ciddileşti.
�Murat�ın ofisine gittiğinde, ne iş yaptığına dair hiçbir ipucuna rastlamadın demek?.
Bakışlarımı gözlerinden kaçırmadım. Murat�ın ne iş yaptığını gayet iyi biliyordum elbette. Ama yanıtlamadım onu. Buradaki ortamın, polisiye bir sorgulamaya dönüşmesini istemedim. Aşk bir atmosfer işidir; adam çok seksîdir, eğlence-zenginlik-yemek-içmek-sohbet tamamdır, aranızda ruh kardeşliği bile olabilir, ama bulunduğunuz yerde güzel bir �ortam� yoksa eğer, ortaya anlamlı bir birliktelik çıkamaz.
Joy Bar�daki gecenin rengi ve kokusu -her türlü belâya bulaşmışlığıma ve birazdan hapse tıkılacağımı bilmeme rağmen- o kadar olağanüstüydü ki, hiç bitmesin istiyordum. Evet, sarhoştum da... Ama çok hoş bir sarhoşluktu bu; çok hafif, çok güzel...
Caner, kendisini uzunca bir süre yanıtlamadığımı görünce, bir kaşını kaldırıp yineledi sorusunu.
�Hiç bir şey görmedin mi? Meselâ ticaretini yaptığı eşyalara ait numuneler, kataloglar, iş mektupları, tabelâ vesaire vesaire. Hiç mi bir şey yoktu bu şirkette?
�Belki de vardı da benim dikkatimi çekmemiş olabilir? Zaten topu topu iki kere gittim oraya.
�Peki, Murat ya da Mustafa�nın başkalarıyla yaptığı konuşmalara kulak misafiri de mi olmadın?
Düşündüm. Caner�e hiç renk vermeden, tarzıma biraz da espri katmalıydım.
�Bir keresinde oldum. Anlam veremediğim bir konuşmaydı. Bir villânın projesini konuşuyorlardı. Bir mimarla galiba... Belki de bunlar müteahhittirler. Olamaz mı?
Caner, alaycı bir ifadeyle karşılık verdi.
�Doğrudur, kim bilir, belki de Murat Bey inşaat mühendisidir ve mesleğini sana söylemekten utanmıştır.
Caner�e kızar gibi yaptım.
�Ne demek istiyorsun, Allah aşkına? Bana yaptığı işi tam olarak açıklamadı diye, suç mu işlemiş oldu Murat?
�Tek yalanı bu değildi ki... Söylemiş olduğu her şey yalandı.
�Nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsun? Lütfen ne biliyorsan açıkla bana.
�Arzu, sana bunun ayrıntısını anlatacak kadar vaktim yok. Hepsini öğrenirsin sonra. Merak ettiğim; senin gibi akıllı ve bilgili bir kızın, nasıl olup da, yalan bir evlilik vaadinin peşinde, böyle bir adamın ağına düştüğüdür.
Caner�in benden hoşlandığını ve erkeksi bir içgüdü ile sahiplenip korumaya çalıştığını sezmiştim. Bu, şu anda ihtiyaç duyduğum bir duyguydu. Değer verildiğimi hissettiriyordu bana.
Birden heyecanlanıp, kenarına ilişmiş olduğum bar sandalyesinden ayağa dikildim. Ruh hâlim işte böyle tuhaflaşmıştı; duygularım renkten renge geçiyordu.
�Murat beni ağına filan düşürmedi, ben bilerek ve isteyerek birlikte oldum onunla.
�Bana tanışmanızı anlatır mısın?
�Anlatamam.
�Peki, Murat�ın sana yanında getirdiği doğum günü hediyesinin, kasadan çalınma o pırlantalı saat olduğunu nereden biliyordun? Onu anlatır mısın?
�Sana artık hiçbir şey anlatmıyorum.
Hiç beklemediğim bir şekilde sinirlenip, üzerime geldi.
�Neden anlatmıyorsun? İşine gelmiyor da ondan, değil mi? Şimdi ben sana anlatacağım. Senin o büyük aşkını!...
Gözlerinden ateş fışkıran öfkesi beni hiç korkutmadı. Tam tersine tahrik etti. Hayalimde, onunla seviştiğimi gördüm. Kalbimin çarpıntısını durdurmaya çalışıp, serinkanlı bir ifadeyle konuştum.
�Böyle küstahlaşmaya hakkın yok. Ayrıca seni dinlemek istemiyorum.
�Dinleyeceksin. Pek saygıdeğer Murat Efendi�nin marifetlerini öğreneceksin. Hoş, bunların bir kısmını gayet güzel biliyorsun ya. Olsun, ben yine de anlatayım sana...
�Dinlemek istemiyorum.
Başımı öbür yana çevirdim. Ne anlatacağını biliyordum. Konuyu değiştirmek için, bardan çıkıp gitme numarası yapmamın bir işe yarayabileceğini düşündüm. Çantamı aldım, hesabı istedim. Kırgın bir sesle Caner�e döndüm.
�Ben gidiyorum.
�Öyle mi? Bundan emin misin? Gidebilecek misin?
Biliyordum gidemeyeceğimi, yine de sordum.
�Bana engel mi olacaksın?
�Kişisel olarak engel olmayacağım, ama şunu söylemeliyim ki, ancak bu kulübün kapısına kadar gidebileceksin.
Kapıya doğru baktım, bir engel görünmüyordu. Sonra gözlerindeki kararlı ifadeyi gördüm. Başımı öne eğdim ve tekrar iliştim yerime. Gerçekleri, bir kez daha, olduğu gibi kabullenmem ve inisiyatifi ona bırakmam gerekiyordu.
�Devam etmemi ister misin?
�Nasıl istersen...
Üzüldüğümü görüp eliyle yanağımı okşadı yavaşça. Sonra, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle bana baktı.
�Sana her şeyi en başından anlatacağım. Anlatacaklarımın büyük kısmını biliyorsun. Boşlukları sen doldurursun.
Derin bir nefes alıp şarabını yudumladı.
�Altı ay kadar önce Murat, atölyene bir iş için geldi. Elinde kıymetli resimler vardı. Ve bunları piyasada, el altından satmak istiyordu.
Caner�in bana anlatacaklarının sonrasından da emin olmuştum şimdi; bütün günahlarımı biliyordu. Hepsini... Yadsımamın bir yararı yoktu. Buna karşın, görünenden daha masum olduğumu anlamaya ihtiyacı olduğunu ve bunu içten içe aradığını hissettim.
�Gerçekten de aynen bu şekilde tanıştık. Murat o gün çok kibardı.
�Bu resimler çalıntıydı ve sen bunu konuşmanızın daha ilk dakikalarında anlamıştın. Ünlü ressamların resimleriydi ve de evrakları yoktu.
Bir şey söylemedim. Yanıma yaklaşıp devam etti.
�Sonra sana, vereceğin hizmet ve bilginin karşılığında para teklif etti. Üstelik çok cömertti. Resimlerin evraklarını birlikte hazırladınız ve satılabilir hale geldiğinde, tanıdığın galerici ve müzayedecilere küçük partiler halinde sattınız.
Olup bitenleri, içinde yaşamış kadar ayrıntılı biliyor olması, beni hayrete düşürmüştü. Düşününce, aslında nasıl biri olduğumu anlamıştım. Murat�a para karşılığı bilgi satıyordum, işin özü buydu. Yalnızca bilgi değil, kendimi de ona satmış olduğumun farkına vardım.
�Her şeyi bildiğine göre, resim koleksiyonları almak, bu resimlerin sorunlarını halletmek gibi işlerin, benim atölyemin konuları içinde olduğunu da biliyorsundur.
�Buradaki esas sorun, bunun yasa dışı bir iş olduğunun farkına varmış olman. Daha ilk anda, bu resimlerin çalıntı olduğunu anlamıştın, yanılıyor muyum?
Çaresizliğimi anlatmak için kollarımı iki yana açtım.
�Yaa peki, başka nasıl davranabilirdim ki? Bir tuhaflık olduğunu sezmiştim, ama Murat bana, o resimlerin bir arkadaşının babasına ait olduğunu söyledi. Koleksiyoncu adam ölmüş ve arkadaşı olan oğlu bunları el altından satmak istemiş. Bana söylediği buydu. Yasadışı bir işe aracılık etmem ben. Böyle birisi değilim!
�Ekspertiz yapıp, sertifika verecek kişileri sen buldun, değil mi?
Başımla onayladım.
�Sonra satışa aracılık ettin. Buna karşılık, resimlerin bedeline sağlamış olduğun katma değerin yarısını aldın.
�Hayır, söylemiş olduğun rakamlar, söz konusu bile değil. Ayrıca ben bir şey talep etmedim, yemin ederim. Hiçbir şey istemedim ondan. Almam dedim.
�Ama aldın. Kaç lira aldın?
Paraya dair bir şey söylemek istemedim. Öylece durdum. Caner, bir açıklama bekler gibi yüzüme bakıyordu.
�Hayatımda hiç kazanmadığım kadar para kazandım o işten. Ressamlar için hayat hiç de kolay değildir.
�Kimin için kolay ki Arzu? Sonra aranızda hem aşk, hem işten oluşan seviyeli bir beraberlik başladı. Her şey harika bir şekilde yürüyüp gidiyordu. Taa ki...
�Bu geceye kadar...

20
MERT
�Demek hikâye böyle oldu.
İşte bu kadar! Sevincim ve heyecanım, bütün yorgunluğumu alıp götürmüştü. Çilingir Mustafa, bülbül gibi şakımış, çalınan mallar bulunmuş, katil yakalanmıştı. Türkiye�de bu kadar ümitsiz bir vakayı, bu kadar kısa sürede sonuçlandırmak, mucizeden başka neydi? Zafer sarhoşluğu içinde Serdar�a Mustafa�nın ifade tutanağını hazırlamasını söyledim. Kendimi bir süper kahraman gibi hissediyordum. Mustafa�ya patlayan dudağı için bir kağıt peçete verdim ve içerideki odaya geçip Şef�ii aradım.
�Şefim, operasyon tamam.
Başkomiserim Kemal Güçlü, nam-ı diğer �Büyük Şef� çok sevindi bu işe. Onun yaşında ve kariyerinde bir polis, değil bizimle birlikte sahada çalışmak, evrak imzalayıp, telefonla konuşmaktan başka hiçbir halt etmezdi aslında. Ama Şef başkaydı. İşinde öyle bir efsane olmuştu ki, ondan başka hiç kimseye �Asayiş Şube Cinayet Masası Âmirliği�ni teslim etmeye cesaret edemiyorlardı.
Heyecanla yaptığımız sorgulamayı anlatmaya başladım. Şef, ayrıntıları boş verip, Mustafa�nın istediğimiz her şeyi, eksiksiz olarak, söyleyip söylemediğini sordu.
�Hem de nasıl. Murat Gümüşlü�yü tutuklayabiliriz. Mücevherler de bulundu.
Listeyi kontrol edip etmediğimi de bilmek istedi. Onun gözünden bir şey kaçtığı, görülmüş değildi. Elimdeki listeye baktım, Serdar, bulduklarının yanına işaret koymuştu.
�Bir tek süslü bir kol saati eksik. Onun da koleksiyon ile bir ilgisi yok. Ayrı bir eşya olarak kasaya konmuş.
Bildiğini söyledi ve hemen suç âletini sordu tabiî.
�Suç âleti henüz ortada yok, şimdi ona bakıyoruz.
Serdar�ın yazmış olduğu ifadeye göz gezdirdim. Bir iki düzeltme vardı, onları yaptırdım ve sonra Mustafa�ya imzalattık. Merak ettiğim birkaç konu daha vardı. Evden çıkmak üzere toparlanırken, Mustafa�dan onları da öğrenmek istedim.
�Ortağın Murat�ın nişanlısının bu soygundan ve cinayetten haberi var mı peki? Adı neydi kızın?
�Arzu Hanım�ı mı diyorsunuz?
Başımla onayladım. Bana doğruyu anlatacağından şüphem yoktu. Aslında Mustafa, gayet saf bir adamdı.
�Vallahi bilmiyorum be ağbi.
Mustafa�nın yüzünde, işi bitmiş de rahatlamış bir ifade vardı. Biraz daha sıkıştırdım onu.
�Nasıl bilmiyorsun, oğlum. Dalga mı geçiyorsun bizimle? Kız size her türlü istihbaratı sağlayacak, sonra da soygun planını bilmeyecek, ne boklar karıştırdığınızı hissetmeyecek ve de hiç bir soru sormayacak. Nasıl işmiş bu?.
�Sayın ağbim, rica ederim. Bilmiyordu ya da biliyordu felan demedim ben sana. Ben bilmiyorum dedim.
Çok ciddi bir ifadeyle ve gurur dolu bir baş hareketi yaparak devam etti.
�Ben aile mevzularına kat�iyen karışmam. İşin Arzu Hanım ile konuşma kısmını Murat hallederdi. Yani tövbe billâhi, bizde öyle şeylere karışmak yoktur. O yüzden, ekmek çarpsın ki Murat�ın nişanlısının bizim işlerden haberdar olup olmadığını bilmiyorum. Benim işim kilit açmak...
�Kasayı açmakta zorlandın mı peki?
�Ehh. Epeyce zor oldu valla. Rabson, Amerikan yapısı, çok güçlü bir mekanizmaydı. Daha önceden tecrübem olmasa, açmam imkânsızdı diyebilirim.
�Peki, alârm işini nasıl çözdünüz.
�O, Murat�ın uzmanlık alanıdır. Bütün alârm markalarını, merkezin ve sensorların nerelere yerleştirildiğini, bağlantılarını iyi bilir.
�Elektriği kesmişsiniz, o neden?
�Bahçeli yerlerde öyle çalışıyoruz. Eğer jeneratör felan yoksa daha rahat oluyor. Komşular ve çevredekiler bir şey görmüyor. Bahçıvan, hizmetçi gibi evde kalanları kör ediyoruz böylece. Bu insanlar, akşam vakti ışıklar sönerse genellikle yatar uyurlar.
�Alârm sistemi, elektrik kesilince susmuyor ama... Onu nasıl hallettiniz?
�Yok, o sistemler elektrik kesik de olsa çalışır normalde, ama Murat, süresi içerisinde kutuyu söker ve akü bağlantısını keser. Bunu o kadar hızlı yapar ki seyretsen şaşırırsın.
�Ya köpek? Anladığım kadarıyla eğitimli bir Alman kurdu. Tam bir bekçi köpeği.
�Ağbi, benim ikna edemeyeceğim köpek yoktur. Ben çok severim köpekleri, neredeyse veteriner sayılırım vallahi.
�Ona uyku ilâcı mı verdin?
�Karı-kocayla beraber hepsini narkozladık. Yani gazla uyuttuk diycem sana.
�Peki ya suç âleti? Tornavida. O nerede? Murat onu zavallı adamın vücudundan çıkarınca götürüp yıkadı mı?
�Yok ağbi, yıkayacak vaktimiz yoktu ki. İlk defa böyle bir şey oluyor. Adam ölünce, ben çok kötü oldum, hemen kaçmak istedim, Murat da peşimden geldi. Kanlı tornavida, hâlâ avucunda duruyordu.
�Eldiven var mıydı elinde?
�Şu ince kauçuk ameliyat eldivenlerinden kullanırız, işe çıktığımızda. Ama Murat�ın sağ eldiveni kan içinde kalmıştı. Vıcık vıcık. Galiba üstüne başına bulaşmasın diye çıkarıp, tornavidayla beraber mutfakta bulduğumuz siyah poşetin içine tıkıştırdı. Öyle bir şeyler hatırlar gibiyim.
�Sonra.
�Onu da evden çıkınca çöpe attı.
�Çöpe mi attı? Tam olarak hangi konteyner bu? Hemen olay yerine gidelim, bize göster.
Toparlanıp, hep birlikte kapıdan çıktık. Sokağa indiğimizde, kapının önünde, Mustafa�yı Serdar�a kelepçeledim. Arabaya atlayıp Levent�teki Sami Tuzcu�nun evine gazladık. Evin bulunduğu sokağın az ötesinde arabadan inip, çöp konteynerine doğru ilerledik. O arada şefi tekrar aradım.
�Şefim, Mustafa�nın ifadesi tamam. Boruya bağladığımız herifin yaptıklarını bütün detayıyla anlattırdım. Şimdi, suç âletini bulmaya gidiyoruz. Birazdan yanında oluruz.
�Bu harika, elinizi çabuk tutun.
�Orada işler nasıl, Şef? Kız da işin içinde miymiş?
Şef durakladı.
�Ehh, kısmen.
�Caner�in işi bitmedi mi hâlâ?
�Siz işinize bakın oğlum. Bırakın şimdi orayı burayı. Hadi!...
Serdar, Mustafa�ya bahsettiği çöp kutusunun oradaki olup olmadığını bir baş işareti ile sordu. Yanına yaklaştığımızda başka bir durum ortaya çıktı.
�Allah kahretsin, çöpler toplanmış galiba. Geceden beri bu kadar az çöp birikmiş olamaz.
�Evet, dün gece nerdeyse tepeleme doluydu.
Konuşmalarını kesip, aceleyle Serdar�a talimat verdim. Suç âletini bulamazsak durum sakata binebilirdi.
�Çabuk belediyeyi ara, burayı toplayan kamyonu ve hangi çöp merkezine gittiğini söylesinler! Şimdi doğru arabaya!...
Geri dönüp arabaya koştuk. Mustafa�nın kelepçesini çözdüm. Serdar bir yandan telefonla konuşmaktaydı. Belediyeden çöp arabalarının vardiyaları ve döküm alanları ile ilgili ayrıntılı bilgi alıyordu. Mustafa�yı arka koltuğa soktum ve yanına atladım. Serdar, şoför mahalline geçti. Arabayı patinajla hareket ettirdi.
Çöp döküm alanına gittik. Neredeyse tamamen çökmüş durumdaydık. Alanın büyüklüğü karşısında çaresizliğimizi bir kenara koyup, belediyeye taşeronluk yapan şirketi aradık. Çöp kamyonunu ve şoförünün bulunmasını sağladık. Büyük tesadüf sonucu, adam yakın bir yerdeki evindeydi.
Şoför, hafızası kuvvetli bir adam çıktı. Fenerlerle yaptığımız arama sonucunda, suç âleti kanlı tornavidayı, siyah naylon bir poşetin içinde bulduk. Sevinç yaşayacak halde değildik. Pislik içerisinde, uykusuz ve yorgun polisler. Yanımızda safra olarak bir suçlu ve önümüzde halletmemiz gereken bir sürü angarya vardı.
Vatan�a gidip, tornavida ve torbayı kriminal lâboratuarda incelettik. Naylon torbanın üzerinde, kurumuş kana yapışmış iki adet parmak izi bulundu. Sami Tuzcu�nun göğsünde açılmış olan yaranın, çöplükte bulduğumuz tornavida ile açılmış olduğu tespit edildi. Parmak izi analizi ve kan tahlili yapıldı.
Şimdilerde, Vatan caddesindeki Kriminal Şube, seri ve iyi çalışan bir birim haline gelmişti. Oradaki arkadaşlar bize çok sıkı destek oluyorlardı. Buna rağmen, Amerikan dizilerinde gördüğümüz palavralar gibi, beş dakikada sonuç almak mümkün değildi öyle. Çalışmalar, bazen günlerce sürebiliyordu.
Torbadan alınan ize çıplak gözle bakan uzman arkadaşımız, Murat Gümüşlü�nün parmak iziyle karşılaştırıldığında, sonucun büyük ihtimalle pozitif çıkacağını, yani eşleşeceğini söyledi. Diğer tahlil sonucunda da, suç âleti üzerinde bulunan kanın, Sami Tuzcu�nun kan grubu ile aynı olduğu belirlendi. Kesin sonuç için, DNA analizine ihtiyaç olacaktı.
Ne var ki, görünen köy kılavuz istemezdi.
Uykumun arasında hayal meyal kapının çaldığını duydum. Gün yeni ışıyordu, demek ki sabah yedi filan olmalıydı. Gidip kapıyı açtım, Murat�ın geldiğini anlamıştım. Yüzü allak bullak olmuş bir şekilde içeri girdi.
�Hoş geldin sevgilim. Ne oldu, kötü bir şey mi var?
�Sorma, bazı sorunlar oldu?
�Nasıl yani. Yoksa kasayı mı açamadınız?
�Yok, onu açtık.
�Kasada mücevherler mi yoktu?
�Hepsi vardı, eksiksiz. Hatta başka şeyler de vardı. Neyse boş ver şimdi bunları, bir çay koy da kahvaltı edelim.
�Tamam, gel mutfağa geçelim.
Birlikte mutfağa girdik. Çaydanlığa su koyup, saate baktım.
�Saat daha erken. Biraz dinlen istersen.
Murat, beni haftalardır görmemiş gibi yakalayıp, sarmaladı. Yanağını okşadım.
�Hiç uyumadın galiba?
�Yok, biraz uyudum da...
Kollarını gevşetip beni serbest bıraktı. Bir sorun olduğu apaçık belliydi.
�Boş ver şimdi bunu yaa. Mustafa biraz tantana etti işte.
�Neden?
�Sonra konuşuruz. Şu kahvaltıyı bitirelim de. Sen istersen televizyonu bir aç. Sabah ajansını dinleyelim.
Televizyonu açtım, kahvaltı ederken haberleri dinledik.
�Bizim operasyondan haber teber yoktur. Hadi hayırlısı.
�Mustafa neden tantana etti dedin?
�Ya işte vicdan yaptı. Keşkeydi, meşkeydi, yok öyle yapsaydık falan... Ona kafam takıldı.
�Sen ne dedin?
��Hâlâmın taşakları olsaydı, amcam olurdu� dedim. Ne diyeceğim. Yaa, boş ver bunları gitsin. Sen ne yaptın akşam?
�Siz gittikten sonra televizyon seyredip yattım. Bu akşam bir yere çıkarız diye, erken yatıp dinleneyim dedim.
Ona doğum günüm olduğunu hatırlatmak istemiştim. Önce şaşırdı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu. Sonra fikrini değiştirmiş gibi, yüzüme bakıp gülümsedi.
�İyi yapmışsın. Canım sevgilim benim. Bugün senin doğum günün. Benim de en mutlu günüm. Akşam �Joy Bar�da oluruz. Sana şahane bir mücevher hediye edicem. Sami Amca�dan...
�Sakın ha, onların hepsi kayıtlıdır poliste. Boşuna riske girmeyelim, deli misin?
�Yok canım. Kraliyet mücevherlerine dokunur muyum hiç. Kasadan süper bir şey daha çıktı. Görünce delireceksin.
�Ne çıktı, Allah aşkına söyle?
�Sürpriz yapacağım, söylemem.
�Söyle, çünkü isteyip istemediğime karar vereceğim.
�Yok yaa. Demek seçmece bunlar. Senin için düşündüğüm şey çok kıymetli bir saat, pırlantalarla bezeli, marka bir saat. Yine bir bakacağım, eğer daha güzel başka bir şey bulursam onu getiririm.
�Harikasın!...
Kahvaltı masasını toplamak üzere kalktım. Murat, banyoya girdi ve gömleğini çıkardı. İçerden bana seslendi.
�Gömleklerimden birini verir misin sevgilim? Üzerimdeki lekelenmiş de.
Dolaptan başka bir gömlek getirip, banyodan çıkan Murat�a verdim. Üzerine giyip, düğmelerini ilikledi. Merak edip lekelenmiş gömleği elime aldım. Göğüs kısmında kahverengi kan lekeleri vardı.
�Ne lekesi olmuş?
�Bilmem. Salça filan galiba.
Omzuma elini koyup, beni kapıya doğru yönlendirdi.
�Hadi ben de eve gidip dinleneyim. Biraz uyuyayım. Akşam dokuz buçukta filan barda buluşuruz.
Kapının önünde beni öptü.
�Akşam şık görmek istiyorum seni. Ne giyeceksin? Ben de ona uygun giyinirim.
�Sen söyle.
�Yeni aldığımız mavi spor ceketinle gel.
�Tamam, hoşça kal.
Ardından tekrar banyoya girip, gömleğini kirli sepetinden çıkardım. Üzerinde, kurumuş kan lekesi olduğuna şimdi kesinlikle emin olmuştum.
Caner, bu anlattıklarımı üzüntüyle dinledi. O, benim kötülüğümü istemiyordu. Beni hapse tıkmak arzusunu taşımadığını, neredeyse yarım saat önce, sevgi ve hüzün dolu bakışlarından anlamıştım. Bir dakika kadar suskun kaldık. Sonra birden, benden şüpheleniyor gibi bir tavır içine girdi. Belki de duruma bir çözüm arıyordu.
�Murat sana dün akşam olanların ayrıntısını anlatmadı demek. O kan lekesinin nasıl olduğuna dair hiç bir şey konuşmadınız.
Ne demek istediğini anlamadım. Doğruyu söylüyordum, o kanın Mustafa ile Murat�ın kendi aralarında geçen bir olay sonucu oluştuğunu düşünmüştüm.
�Hayır anlatmadı. Ama tabiî ki ben ters giden bir şeyler olduğunu ve gecenin zor geçtiğini anlamıştım. �Bu zorluklar doğal olmalı� dedim kendi kendime, hırsızlıkla bile olsa, para kolay kazanılmıyor.
Caner, yüzüme şüpheyle bakmaktan vazgeçti. Bu işte, merak ettiğim bazı ayrıntılar vardı. Bir sohbet ortamı yaratmak için, bu kez ben ona sormayı denedim.
�Sen polissin değil mi?
Caner, ondan hiç beklemediğim bir kabalıkla karşılık verdi.
�Artık soruları ben soruyorum, Arzu. Nasıl bir belânın içine girdiğinin farkında değilsin anlaşılan. Lütfen bana yalansız ve net cevaplar ver; bu senin yararına olacaktır.
�Peki. Tamam. Eğer bana dün gece neler olduğunu bütün ayrıntısıyla anlatırsan, ben de sana bildiklerimi açıklayabilirim. Çünkü bazı şeyleri bilmiyorum, ancak sen anlatırsan, olayları ilişkilendirebilirim.
Caner, yüzüme şüpheyle gülümseyerek baktı. Yalan söylediğimi düşünmesine şaşırdım. Kollarımı iki yana doğru açtım.
�Bazı şeyleri gerçekten bilmiyorum. İnan bana.
Caner, yanağımı okşayıp, beni sakinleştirdi.
�Şimdi inanıyorum sana.
Sonra devam etti.
�Murat ve Mustafa dün gece senden aldığı istihbarat ile Sami Tuzcu�nun evine girdiler. Kasayı açtılar. Tam içindekileri silip süpürüyorlardı ki, Sami bey gitmiş olduğu müzikalden erken çıkıp evine geldi. Mustafa�nın bütün direnişine karşın, Murat onu acımasızca öldürdü. Belki de bunları baştan beri biliyorsun.
Zavallı Sami amcanın öldürüldüğünü bilmiyordum. Arkadaşımın babasının öldürülmesine gerçekten ben mi sebep olmuştum?
Hayır, Murat�ın kanlı gömleğini gördüğümde aklıma gelen şey bu değildi, Mustafa�nın bir kaza sonucu yaralanmış olduğunu düşünmüştüm. Kanlı gömlek ve Sami Tuzcu. Tabiî ya, onun kanıydı. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
�Aman Allah�ım, olamaz... Bunu gerçekten bilmiyordum. İnan bana. Evet, Murat�ın hırsızlık yaptığını anlamıştım, ama Billur�un babasını öldürdüğünü bilsem, onu size ben kendim ihbar ederdim. Yemin ederim.
�Murat�ın onu öldürdüğünü bilmediğini az önce anladım. Ama arkadaşının babasının evini, senin verdiğin bilgilerle soyduklarını gayet iyi biliyordun.
Sami amcanın yüzü aklıma geldi, Billur'la ikimize ne kadar iyi davrandığı ve beni ondan hiç ayırmadığı günlerdeki hayaleti. Kendimi ağlamaktan alıkoyamadım.
�Olamaz! Onu nasıl öldürürler, olamaz...
�Ama oldu işte. Sonra da, diğer bütün soygunlarında olduğu gibi, malları aldılar ve Mecidiyeköy�deki ev-ofislerine geldiler. Arkalarında hemen hiç bir iz bırakmadılar. Şu anda, olayın üzerinden yaklaşık yirmi dört saat geçmiş durumda. Başlangıçta, elimizde Sami Bey�in kızı ile yapılmış bir sorgulama dışında, hiçbir şey yoktu. Şimdi ise, olayı bütün detayı ile çözmüş bulunmaktayız.
�Beni nereden buldunuz? Yani neden ben? Mustafa ve Murat hırsızlık yapıyor, siz benim peşime düşüyorsunuz. Nasıl buldunuz beni?
Caner�in cevabı çok yalındı.
�Cinayet gecesinin sabahında, bulabildiğimiz tek şey sendin.

22
ŞEF
Caner�le Arzu�nun içerideki konuşmalarını, artık zorlukla duyar olmuştum. Cehennem uğultusu gibi sesler geliyordu. Kulaklığımı çıkardım, dinleyecek bir şey de kalmamıştı. Kızın, suçun ne kadarına iştirak ettiği çok önemli değildi. Murat olacak puştun kurbanıydı, besbelli. Bu tür hayvanlar, daha çok yalnız yaşayan kadınlardan seçtikleri kurbanlarını önce kullanırlar, sonra da gözlerini kırpmadan harcarlar.
Nihayet bir operasyon daha sona ermek üzereydi. Nereden nereye? Caner�in kıza dediği gibi, gerçekten de, bu sabah karanlığında zavallı Sami Tuzcu�nun evine gittiğimde, elle tutulabilir bir tek ipucu vardı, kızı Billur Solmaz�ın anlattıkları...
Mert ve Serdar�la olayı değerlendirip, toplantımızı bitirdikten sonra, salonun köşesinde ağlayan genç kadına doğru yavaşça yaklaşmıştım. Koltukta bitkin vaziyette oturmaktaydı. Karşısındaki kanepeye geçtim.
�Billur Hanım olanlardan dolayı çok üzgünüz, başınız sağ olsun.
Yüzüme bakıp ağlamayı kesmiş, elindeki kâğıt mendille burnunu kibar bir hareketle sildi. Teşekkür etti.
�Babanızın katilini bulmak için elimizden geleni yapacağız, bundan emin olabilirsiniz. Hemen harekete geçmek istiyoruz. Bu yüzden kendinizi toparlayıp sorularımızı cevaplamanız gerekiyor. Anneniz seyahatteydi, değil mi?
�Teyzemin Florida�daki evine gitmişti, bugün dönecek.
�Babanızın vefatını, biz size haber verinceye kadar, kimseye açıklamayacağınızı biliyor mu?
�Evet, kesinlikle.
�Bize yardımcı olduğunuz için size müteşekkiriz, Billur Hanım. Size, babanızın katilini yakalamak için, elimizden geleni yapacağımıza söz veriyorum. O çok saygıdeğer bir insandı, Allah rahmet eylesin. Şunu unutmayın ki, vereceğiniz en küçük bilgi bile bizim için çok önemli olabilir. Bu üzüntülü gününüzde size rahatsızlık vermek istemezdim, ama mecburuz işte...
Ellerimi yana doğru açıp, çaresizliğimi ifade etmeye çalıştım. Billur Hanım, ne kadar anlayışlı olduğunun sinyalini veren bir jest yaptı başıyla. Daha fazla beklemeden konuya girdim.
�Rica etsem, kasadaki mücevherler hakkında bana biraz bilgi verir misiniz?
�Babam onları bir-iki ay önce, İngiltere�de bir müzayededen satın almıştı. Antika eşyalara çok meraklıydı, herkes bilir. Aslında bu antikalar hakkında çok bir şey bilmiyorum. Saraydan çıkma takılardı bunlar, hem antika değerleri vardı hem de mücevher olarak çok kıymetliydiler.
�Babanız böyle kıymetli eşyaları evdeki kasada mı tutardı?
�Hayır. Açıkçası daha önce böyle bir koleksiyon hiç satın almamıştı. Babam, topladığı resim ve heykelleri, gördüğünüz gibi, evin duvarlarına asar, mobilyaları da yine evde kullanırdı. Başka değerli evrak ve objelerini nerede tutardı, doğrusu bilmiyorum.
Billur Solmaz duraklayıp iç geçirdi. Güçlükle konuşuyor gibiydi.
�Bu mücevher koleksiyonunun ise replikaları vardı, yine aynı yerden alınmıştı. Yani koleksiyonun eki olarak. Onlar da annemin odasında, dolabında duruyor. Dolap kilitli filan değil...
Hırsızlık Masası�ndakiler belki böyle şeyleri daha iyi biliyor olabilirler, ancak ben, �replika�nın �bir zamanlar görmüş olduğum bilim-kurgu filminde olduğu gibi� insan benzeri robotları tanımlamak için kullanılan bir kelime olduğunu falan düşünüyordum.
�Taklitleri yani.
�Replika biraz farklı. Böyle değerli mücevherlerin saraydaki davetlerde takılmak üzere mutlaka tıpkıları imal edilirmiş. Değersiz madenden yapılmış imitasyonları filan değil, yine altın montürlü, ama nispeten değersiz taşlardan, usta mücevheratçıların yaptığı sahteleri.
�Allah Allah, ne gerek varmış böyle şeye?
�Herhâlde orijinallerine bir şey olmasın, ama takı olarak da kullanılabilsinler diye.
�Biliyorsunuz, hırsızlar annenizin dolabındaki replikalara dokunmamışlar. Garip ama gerçek... Bu koleksiyonun piyasa değeri hakkında bildiklerinizi bana söyler misiniz?
�Babam, Londra�daki şu ünlü müzayede evinden sekiz yüz altmış bin sterline aldığını söyledi. Satın alma hikâyesinin, babamın anlattığı bu kısmını biliyorum, bir de bu koleksiyonun tarihsel hikâyesini. İşte hepsi bu kadar.
Vay canına. Kafamdan bu meblâğı önce dolara, sonra da bizim paraya çevirdim. Meblâğ, hırsız olan-olmayan herkesi tahrik edebilecek bir rakamdı doğrusu. Parasal hesapları bir kenara bırakıp, esas sormak istediğim şey için bir girizgâhta bulundum.
�Tabiî ki İngiltere�deki müzayede fiyatları ile İstanbul�daki piyasa aynı olmaz, ama buradaki antika meraklılarının bu koleksiyona dünyanın parasını ödeyecekleri kesin. Neyse, babanızın almış olduğu bu mücevherlerden, nerede muhafaza edildiklerinden kimlerin haberi vardı?
�Benim bildiğim kadarıyla annemin, benim, teyzemin ve sigortacıların dışında kimsenin yoktu.
Soruyu evirip çevirip, başka kelimelerle tekrarladım, ama bir faydası olmadı. Billur Hanım, aileden başka kimsenin haberi olmadığında ısrar ediyordu.
�Bu mümkün görünmüyor. Hırsız ya da hırsızlar-ki babanız eve erken gelince onu öldürmek zorunda kaldılar- kasanın yeri dâhil, her şeyi biliyorlardı. Neyin peşinde oldukları aşikârdı. Tesadüfen soyguna gelmiş olamazlar. Bu konuyu bir kez daha düşünmenizi istiyorum.
Ne yazık ki, Billur Hanım kilitlenip, suskunluğa gömüldü. Sadece başını iki yana sallayıp �bilmiyorum� demekle yetindi. Söylemiş olduğum gerekçeleri, biraz daha detaylandırarak, yeniden sormak mecburiyetinde kaldım.
�Bir şey daha var. Katiller bu evi, adresi, bahçedeki köpeği, müştemilâttaki hizmetkârları, elektrik kofrasının yerini, evin içini ve hatta babanızın bir müzikale gitmiş olduğunu ve saat kaçta döneceğini dahi biliyorlardı. Bilmedikleri tek şey, babanızın oyundan sıkılıp, yarısında çıkmış olmasıydı. Onu, bu yüzden öldürmek zorunda kaldılar.
Bu sefer söylediklerim Billur Hanım�a bir şeyler hatırlatmış olmalıydı ki, zavallıcık ağlamaya başladı.
�Annem, kocam ve benden başka. Bir de... Yok, o olamaz...
Galiba bir şeyler hatırlamıştı. Bu, beni epeyce heyecanlandırdı.
�Kim olamaz? Olamaz diye bir şey yok bu dünyada, Billur Hanım. Bana ne biliyorsanız anlatın lütfen.
Yine aynı kibarlıkla burnunu sildi. Bu kadar kısa bir duraklamaya bile dayanacak sabrım kalmadığından, yüzümü ona yaklaştırıp, babacan bir tavırla omzunu tuttum. Billur Solmaz devam etti.
�Bir arkadaşıma rastlamıştım kuaförde... On gün kadar önce... Ama çocukluktan tanırım onu. Çok iyi kalpli bir kızdır. Parada pulda gözü olan biri değildir, öyle şey yapmaz.
İşte aradığım şey buydu. Çocuk gibi sevinmiştim, heyecanımı belli etmemek için dudağımı ısırdım.
�İsmi ve adresi nedir?
�Bana kartını vermişti. Biraz izin verirseniz bulurum.
Çantasını karıştırdı, bir kartvizitlik çıkardı ve taramaya başladı.
�İşte burada...
Uzattığı kartta �Arzu Alev - Ressam� yazıyordu, iş adresi ve telefonu vardı. Her zaman yaptığım gibi, kartın arkasını çevirdim; el yazısı ile cep telefonu yazılmıştı.
�Bu Arzu Hanım�ın cep numarası değil mi? Yazıyı kendisi mi yazdı?
Başıyla evetledi. Karta tekrar bakıp sorguya devam ettim.
�Bana onun hakkında bütün bildiklerinizi anlatır mısınız?
�Neredeyse on yıldır görmüyordum onu. Kolejden arkadaşımdı. O zaman birbirimize çok yakındık. Hafta sonları bizim evde kalırdık. Güzel, sarışın ve alımlı bir kızdır. Akademide resim okudu. Henüz evlenmemiş, ama bir nişanlısı olduğunu söyledi. Başka...
Biraz düşündükten sonra devam etti.
�Başka da onun hakkında, sizin için önemli olabilecek bir şey bilmiyorum.
Bizim için, tek bir Allahın cezası kelime bile öyle ölümcül öneme sahip olabilirdi ki, bilseydi Billur Hanım�ın beyni uçardı.
�Nereli bu kız, ailesi kimdir?
�Haa, İzmir�den gelmişti bizim okula. Ailesi galiba hâlâ orada. Okuldayken teyzesinde kalıyordu, sonra yatılı oldu. Çok kültürlü ve yetenekli bir kızdı, babası da öyle bir adamdı. Bir mimardı.
�Peki, aranızda geçen konuşmayı anlatır mısınız?
�Ya yok aslında. Üç-beş dakika, nasılsın, iyi misin filan. Sonra kolyem dikkatini çekti, ben de anlattım.
Konuşmayı bitirmiş olduğunu ifade eden bir jest yapıp, çantasına davranır gibi oldu. Sonra yüzüme baktı, benim onu kıpırdamadan dinlediğimi gördü.
�Nasıl yani?
Konuşmaya isteksizleşmişti.
�İşte babamın satın aldığını filan. Koleksiyondan da bahsettim galiba. Bazen lüzumsuz gevezelik yapıyorum ya...
Bu defa, Arzu ile yapmış olduğu gereksiz konuşmadan dolayı, kendini sorgulamaya başlamış olmalıydı. Duraklamasına karşılık olarak, devam etmesini sağlayacak sorularımı sordum.
�Koleksiyonun nerede durduğunu, kasayı filan?
�Öyle şeyler söylemedim.
Hatırlamaya çalışır gibi durakladı.
�Ama zaten, Arzu bizim evi avucunun içi gibi bilirdi. Kolejdeyken hafta sonu bizde kaldığı çok olmuştur. Babamın evdeki kasasının, salondaki tablonun arkasında olduğu, bir sır değildi.
İşte bu!... Tünelin ucunda bir ışık görmüştüm sonunda. Bu konuşma aslında bir ipucu değeri bile taşımayabilirdi, ama Allah kahretsin, elimizde başka bir şey yoktu ve ancak sıfır noktasında olmaktan bir adım öne geçmiştik. Hiç yoktan daha iyiydik.
Ulan Kemal dedim kendime, sen var ya sen, bir dilsizi bile konuşturursun.

23
MERT
Kriminal�den çıkar çıkmaz şefi aradım. Sesi bomba gibiydi.
�Mert, nasıl gidiyor?
�Tamam, suç âletinin üzerindeki kan Sami Tuzcu�nun kan grubuyla tutuyor. Şimdi lâboratuardan çıktık. Tornavidanın üzerinde parmak izi yok, ama naylon torbadaki kurumuş kanların üzerinde tespit edilebilir bir iz bulmuşlar. O da pozitif çıkacak mutlaka. Kriminal�deki Yücel, biliyorsun hiç yanılmaz. Hani şu yeni aldıkları ultraviyole tarayıcıyla hemen fotoğraf alıp, Murat Gümüşlü�nün parmak iziyle karşılaştırdı. Tabiî sadece göz kararıyla baktı ve �tamam, budur� dedi. Kesin parmak izi karşılaştırmalarını yarın, DNA sonuçlarını ise haftaya verecekler. Rapor ile birlikte...
�Çok güzel. Dinle şimdi Mert.
�Söyle şefim.
�Arzu Hanım�ın evinde Murat�ın Sami Bey�i şişlerken giymiş olduğu gömlek var. Üzerinde kan lekesi duruyormuş. Onu hemen alıp tahlile verin. En önemli kanıtlardan biri de o olacak.
�Tamam şefim. Artık daha ne olsun. Bunlar, o hayvanı ömür boyu hapse tıktırır.
�Arzu Hanım�ın ev adresini biliyorsunuz.
�Evet, gündüz gitmiştik oraya.
�Anahtarı yok sizde, kapıyı Mustafa�ya açtırın. Sadece gömleği alırsınız, laboratuar için acele etmeyin. Yarın veririz. Şu herifi bir an önce alıp, içeri tıkalım. Ne olur ne olmaz. Hemen çıkın oradan.
�Tamam Şef, sen merak etme.
�Sonra da buraya gelin. Toparlanıp dağılalım. Hepiniz perişan oldunuz.
Perişanlık ta ne kelimeydi. Yine de yalan söyledim.
�Yok bir şeyimiz. Merak etmeyin, hemen çıkıyoruz.
�Haydi bakalım.
Telefonu kapayıp, işemeye helâya yollandım. Çay ocağından bir neskahve kapıp, alt kat koridoruna indim. Serdar, Mustafa�yı nezarete koymuş, şubedeki polis memurlarına izahat vermekteydi. Evrakları toparladım, birlikte dışarı çıkıp arabaya bindik.
�Yüzün yorgun görünüyor, komserim.
�Ne o, alay mı ediyorsun?
�Yok, estağfurullah. Ben de öyleyim işte, baksana şu halime.
�Oğlum, sen bekâr olduğun için işin kolay. Şu iş bitse de eve gidip yatsak. İki gün eve gitmeyince, bizim hanım kendime metres tuttum zannediyor.
�Arzu Hanım�ın evinden sonra, bir de gidip o iti tutuklamak lâzım. Bu arada sabah gelen Beşiktaş Olay Yeri�ndekiler âmirlerine ötmüşler, dosyayı görmek istediler. Onları zor atlattım.
�Neyse ki iş daha fazla sarpa sarmadan sonuçlandı. Dua et ki...
Serdar, sözümü keserek yeniden söylenmeye başladı. Feci yorgun, ama aynı derecede mutluydum. Bu yüzden ona kızmadım ve bu küstahlığa bir defa daha izin verdim.
�Yaa, kimseden yardım alamadık, kimselere derdimizi anlatamadık. Neymiş, Caner beyefendi çaktırmadan sorgulama yapacakmış. Bu kadar haksızlık olur mu yaa?...
Sonunda dayanamadım. Her olayda aynı şeyleri duymaktan bezmiştim.
�Çeneni tutmasını öğren artık oğlum. Caner, bu işi usturubuyla yapmasa, olay bu kadar çabuk çözülmezdi. Belki de hiç çözülmezdi.
�Ama hep aynı şey oluyor be komserim. Sanki adam şube müdürüdür. Bizim sokaklarda koşturmaktan anamız ağlıyor. Adam kraliyet ailesinden gelme. Rütbemiz aynı, maaşımız aynı...
�Kes oğlum, kes! Caner�in nerdeyse senin yaşın kadar kıdemi var. Ayrıca biliyorsun, O, Şef�in en gözde adamı...
�Onun başkomiser torpili varsa, bizim de Personel Şube�den torpilimiz var, komserim. Sonunda onu harcıyacam, haberi yok.
�Sen böyle kaşınmaya devam edersen, kendin harcanırsın. Bak benden söylemesi.
�Tamam, kestim. Zaten bu konuyu konuşunca sinirim bozuluyor.
Serdar�ın susması neşeme neşe kattı. Taksim�e varmıştık ve her yer ışıl ışıldı. Etrafıma bakındım ve Allah�ıma şükürler olsun, dedim kendi kendime.
Hayattan daha başka ne isterdim ki?...



24
CANER
Onu sorgulamak hırpalamıştı beni. Hem Arzu�nun suç ortaklığıyla yüz yüze gelmenin, hem de aylardır uzak durduğum bir düşmana yenilmenin kırıcılığını yaşamıştım. Bu gece, en az beş kadeh şarap ve şampanya içmiştim. Kafamın içi karmakarışık olmuştu. Arzu da içiyor olsaydı eğer, dört yıl önce bırakmış olduğum sigaraya yeniden başlayabilirdim bu akşam.
Sorgulamanın sona ermesiyle birlikte, içimde tarifsiz bir sıkıntı oluştu. Bir kez daha, hayatımın ne kadar boş ve anlamsız geçmiş olduğunu düşündüm. Otuz beş yaşında, yirmiden fazla kadınla ilişki yaşayıp, çoğuyla birkaç haftadan öte mutluluk bulamamış, hatta içlerinden en uğursuzuyla evlenip boşanmış, dünyanın en pis işlerinden birini meslek edinmiş, tatminsiz, mutsuz, beş parasız bir zavallı olduğumu bir kez daha hissettim.
Katilin suç ortağı karşımdaydı. Ne kadar güzeldi ve ne kadar masum görünüyordu. Beni cezbeden ve hayatımı geçirmek istediğim kadın buydu aslında; ona da yazık olmuştu, bana da...
Üzüntümü gözlerimde okudu sanki. Kadehinin dibinde kalan yakut renkli sıvıyı, aynı renkteki güzel dudaklarının aralığından içeri yolladı. Elini, barın üzerinde duran elimin üzerine koyup, yumuşacık, puslu sesiyle konuşmaya başladı.
�Beni bu sabah bulmuştun. Ama neden beni karakola çekip sorgulamadığını anlayamadım. Bütün bu olanlar bir oyun gibi...
Sonra içtenlikle güldü.
�Yok canım, gerçekten böyle bir oyun hazırlamış olamazsınız. Pasta, şampanyalar, video klipler falan... İnanamıyorum bu yaptıklarına. Neden beni doğrudan sorgulamadın?
Başına gelecekleri bildiği halde, soğukkanlılığını koruyor olması şaşırttı beni. Derin bir nefes aldım. Aslında konuşmak istemiyordum, yine de açıklama gereği hissettim.
�Seni merkeze alıp sorgulasam, bana hiçbir şey söylemezdin. Konuşmalarımız büyük ihtimalle şöyle olacaktı; �Murat�ı tanıyor musun? Tanıyorum, harika bir insandır. Dün gece neredeydi? Evde birlikteydik, hatta Mustafa isimli bir dostumuz da bizimleydi.� Üstelik bu sorguyu yapabilmem için, bir sürü hukukî prosedürden geçmemiz gerekirdi. Polis, senin filmlerde gördüğün gibi, her önüne geleni odaya alıp, konuşturamaz öyle...
Elimi yanağına koyup okşamaktan alamadım kendimi. O kadar gariban bakıyordu ki.
�Orada çok da hırpalanmış olurdun. Konuşsan bile, buradaki gibi sonuç alamayabilirdik.
�Peki, beni kandırmış olmak, sana ilgi duymuş bir kadının zayıflığından yararlanmak, rahatsız etmedi mi seni?
Rahatsız ediyor olmalıydı ki, sorusuna gereksiz sertlikte bir tavırla karşılık verdim.
�Bana bu sitemleri yapmadan önce, bir hırsız ve katilin suç ortağı olduğunu hatırlatmak isterim sana, Arzu.
�Ama sana tüm olanları içtenlikle anlattım. Evet, Murat�ın aklına Sami Bey�in evini soyma fikrini benim sokmuş olduğum açık bir gerçek, ama evin şekli şemaili, adamın hayat tarzı, karısının yurt dışında olması gibi bir sürü başka bilgiyi �benim� sağladığım anlamına gelir mi bu?...
�Murat�ın, soygun projesini senden aldığı bilgilerle geliştirdiği kesin. Adrese gitti, tespit yaptı, fotoğraf çekti. Ayrıca, sağdan-soldan ek bilgiler alması da zor değil ki. Sami Tuzcu�nun karısı, Amerika�daki ablasına ziyarete, evdeki iki hizmetkâr ile kalan Sami Bey ise, açılışına davet edildiği ve sonra sıkılıp eve erken döneceği bir müzikale gitmişti. Bütün bunları; evin içini, alârm ile kasanın yerini ve kasanın içerisinde ne olduğunun bilgisini, Murat�a senden başka kim sağlayabilirdi, Arzu?
Belki de Murat�a söylediklerinin nerede kullanılacağını anlamamıştı. Böyle bir olasılık olabilir miydi? İnsan, olmasını istediği şeylere önce kendini inandırmak ister. Sanki aklımda onun lehine bir şüphenin oluşmuş olduğunu anlamış gibi, kendini acındırma konuşmaları yapmaya başlamıştı. Haklıydı bir bakıma, gerçekten üzülmeye başlamıştım onun için. Ne var ki, merhamet körlüğünün rasyonel düşünmemi engelleyebileceği bir duruma gelmeyecek kadar deneyimli bir polistim.
�Bu olayda senin bilmediğini ve bulaşmadığını anladığım tek bir şey var; Murat�ın Sami Bey�i öldürmüş olması...
Arzu, yavru bir kedi gibi ürkekleşti birden ve yamacıma sokuldu.
�Peki, beni nasıl buldun? Billur, bu mücevherlerin öyküsünü eminim başkalarına da anlatmıştır. Onlardan niye şüphelenmedin?
Bazı insanlara kendisi ile ilgili gerçekleri hiç gizlemeden, bütün çıplaklığıyla anlatmak iyidir; onu kendine getirir.
�Billur�un, senden başka, karanlık çetelere bulaşmış arkadaşı yoktu, Arzu. Sabah Şef beni aradı. Ayıptır söylemesi, Emniyet Âmirliği�nde, sorgulama konusunda şöhret yapmış bir polisimdir ben. Bana sadece olayı anlattı, ismini, geçmişine ait öğrendiklerini ve atölyenin adresini verdi.
�Neden atölyeye gelip benimle konuşmadın? Seni tanısaydım her şeyi anlatırdım. Beni bu bataktan kurtarmanı sağlamak için, ne sorsan anlatırdım.
�O zaman yapmazdın. Ayrıca, senin işin ne kadarına karıştığını da bilmiyordum. Ortada hiçbir ipucu yoktu. Hoş, ipucu olsa da, söylediğim gibi, insanları öyle kolayca içeri alamazsın ya. Nişanlın Murat ile akşam burada buluşacaktınız. Sabah saatlerinden, buraya gelinceye kadar atölyeni izledim, seninle ilgili bilgi topladım.
Antikacı Ali�nin dükkânında, ondan nasıl bilgi aldığımı ve bu bilgileri olayla nasıl ilişkilendirdiğimi anlattım.
�Çevrendekilerle, neredeyse hiç yakınlık kurmamış olduğunu anladım. Bu da işimizi zorlaştıran bir şeydi. Öğleden sonra sen geldin. Seni işkillendirmeyecek birini bulamadığımdan, yan tarafındaki çay ocağındaki çırağı ayarladım, hiç olmazsa konuşmalarını dinleyelim diye... Çocuğun yapıştırdığı mikrofon, hâlâ masanın altında duruyordur.
�Atölye�de kimseyle bir şey konuşmadım ki. Yalnızca gece buraya geleceğimi bir arkadaşıma telefonda söyledim, hepsi bu...
�Bu yeterliydi zaten, Arzu. Sonra bendeniz alıcı-vericiler kuşanıp, senin yanına geldim, bildiğin gibi işte...
Elimi kazağımın yakasına sokup, telsiz mikrofonun kapsülünü dışarı çıkardım. Konuşmalarımızın daha ötesini kimse dinlemese de olurdu ve hatta daha iyi olurdu. Sağ kulağımda takılı olan, bir kibrit başı büyüklüğündeki alıcıyı da söktüm, dışarıdan gelmesini beklediğim bilgilerin hepsini ulaştırmışlardı bana.
�Bunlara ihtiyacımız kalmadı.
�Sen neden polis oldun ki Caner? Keşke yıllar önce karşıma çıksaydın. O zaman belki senin de şansın değişirdi.
�Belki de haklısın. Aslında benden polis filan olmaz. Ne doğru düzgün silah kullanabilirim, ne de dövüşmesini bilirim. Suçluya tokat bile atamam. Bu yüzden, ben bu tür �özel ve tuhaf� işlere bakarım yalnızca...
Ona yapmış olduğum gösteri, her şeye rağmen hoşuna gitmiş olmalıydı ki, Arzu, içten gelen bir sevinçle boynuma sarıldı.
�Gerçekten müthiş bir adamsın sen. Merak ettim doğrusu, Murat�ın bana ne hediye getireceğini nasıl anladın?
�Murat, muhakkak ki sana o kasadan bir doğumgünü hediyesi getirecekti. Senin için seçmiş olduğu saatin, diğer değerli eşyalar ve mücevherler gibi, Sami Bey�in yaptırdığı sigorta poliçesinde kayıtlı bulunduğundan habersizdi. İşte benim ustalığım da burada; o zaman adını dahi bilmediğim soyguncunun sana o saati getireceğini sezinledim. Yalnızca listeye baktım ve doğru tahmin ettim. Tıpkı Murat�ın atölyene o tabloları getirdiğinde ne teklif etmiş olabileceğini tahmin etmiş olduğum gibi...
Beni hayranlıkla dinliyordu. İyice gövdemin içine sokulmuş, yukarıdan aşağı bana bakıyordu. Sıcaklığı tahrik ediciydi, ama ben, işim esnasında aşka karışmanın cefasını yıllarca çekmiş, en başarılı işlerimin sonunda benzer nedenlerle cezalandırılmış biriydim.
Ahh, tövbekâr olduğum öyle çok şey vardı ki. Kendime uyguladığım baskı, sıradan ama düzgün bir hayat sağlıyordu. Ne var ki, bu yaşadığıma hayat denemezdi.
Arzu, parmağıyla dudağıma dokundu. Sonra kulağıma doğru yükselip içine fısıldadı.
�Sana neredeyse ilk görüşte âşık olduğumu söylemeliyim. Beni hapse atacağını bilsem de, bunu sana söylemek istedim. Keşke başka bir yerde, başka bir zaman karşılaşsaydık. Ama benim kaderim buymuş.
Arzu�nun aşk sözcüklerine karşılık veremedim, vermemem gerekiyordu. Sadece, dudaklarımda gezinen parmağını tutup öptüm. Sonra da ona, hikâyenin geri kalan kısmını anlattım.
�Tahminlerimin doğru olduğunun onayı kulağıma, daha doğrusu kulaklığıma geldikçe işin nasıl gerçekleştiğini merak eder oldum. Senin gibi güzel, kültürlü ve akıllı bir kadın Murat gibi sahtekâr ve aşağılık bir suçluya neden gönül versin? Onunla iş birliğinin sınırları neydi? Ona verdiğin bilgilerin nelere sebep olabileceğinin farkında değil miydin?
Zavallıcık, birdenbire gözyaşlarına boğuldu. Hıçkırıklarla sarsılıyor, sıkıca birbirine kilitlediği kirpikleri kazağımı delip göğsüme batıyor, ucundan akan gözyaşları tenimi ıslatıyordu. Sonra yavaşça göğsümden ayrıldı ve yukarıya doğru baktı. Makyajı akmış haliyle daha kadınsı ve güzel olmuştu.
�Caner, benim hayatım kaydı. Bunu hak edecek bir şey yapmadım ben. Ona inandım ve güvendim sadece. Aptalım ben. Evet, aptallar başına gelene katlanırlar diyorsan, haklısın.
Arzu, beni kandırmak veya kendini acındırmak için söylemiyordu bütün bunları. Gerçekten de en akıllı insanın bile, bazı durumlarda ne kadar aptallaştığı bilinen bir gerçektir. Hepimiz hayatın içinde görmedik mi, yaşamadık mı bunları? Basiretimiz bağlanıp, en kritik zamanlarda, en aptalca davranışlarda bulunup, başlarımızı en olmadık belâlara sokmadık mı?
�Aptal olmadığını biliyorsun.
Başını yavaşça öne eğdi, iç geçirerek burnunu çekti. Sonra tekrar yukarı kaldırıp bütün güzelliğiyle ve masumiyetiyle bana bakıp sordu.
�Şimdi beni tutuklayacak mısın?
Ona ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Eğer Şef�i ikna edebilirsem, yazacağımız ifade tutanaklarında Arzu�nun suçunun büyük bölümünü gizleyebilirdik. Bunun ötesinde, alacağı ceza adlî savunmasına ve yargıcın insafına kalırdı. Ayrıca, onun tutuksuz yargılanmasını sağlayabilecek bir dümen çevirme olanağımız vardı. Ama bu gece Arzu�ya bunları söyleyemezdim. Ne kadar içkili olsam da, böyle bir taahhütte bulunmamın hatalı bir davranış olacağının bilincindeydim. Bu yüzden topu taca attım.
�İnan, bu sorunun cevabını henüz bulabilmiş değilim.
Sessize almış olduğum cep telefonum titreşti, Şef beni arıyordu. Operasyon bitmişti, hep birlikte merkeze gidebilirdik.
�Hayırlı olsun ve de hepimize geçmiş olsun. Siz gidin, ben birazdan oraya gelirim. Arzu hanımefendiyi ise burada benimle bırakırsanız memnun olurum. İşlem tamam. Ancak onunla henüz sona ermemiş bir oyunumuz var.
Kulağımda telefon, makyajı iyice dağılmış güzel yüzüne doğru yaklaştım. Dayanamayıp, dudaklarına parmağımla dokundum.
�Arzu hanım, oyunumuzun adı neydi?...
Arzu�nun oyun oynayacak hâli kalmamıştı.


25
MURAT
Korkunç rüyalar gördüm. Çoğunu hatırlamıyorum, ama uyanmadan az önce gördüğüm en sonuncusu; bütün ağırlığıyla göğsüme çöreklenmiş kapkara bir kurt köpeğinin gırtlağımdan koparmış olduğu kanlı et ve kıkırdak parçalarını gözümün önünde çatır çatır yemesiydi. Alnımın hemen karşısındaki ağzı, kırmızı gözlerinin altında, sipsivri kanlı dişlerle çevriliydi. Ve kara bir kuyuya benzeyen o korkunç ağzın bok gibi koktuğunu hatırlıyorum.
Sonrasında, nerede olduğu bilinmez bir yerde, kusarak kendime geldim. Soğuk terler boşalıyordu sırtımdan. Üstüm başım toz içerisinde, karanlık ve pis bir odadaki kalorifer borusuna iki elime bağlı bir kelepçeyle tutturulmuş olduğumu fark ettim. Kendime yabancılaşmış bir hırıltıdan ibaret sesim, ta uzaklardan bir yerden kulağıma gelir gibi oldu.
�Neresi burası yaa?
Boğazımı temizleyip bağırdım.
�Kimse yok muu? Heeyy!!
Bir yankılanma filan olmadı, bulunduğum yer küçük bir oda olmalıydı. Çok uzakta olmayan bir yerlerden yoğun sokak sesi geliyordu. Yine midem bulandı, sapsarı ve acı safra kustum yerlere. Dizlerimi duvara dayayıp, bağlı bulunduğum boruyu çekerek koparmaya çalıştım. Başarılı olamadım. Ağzıma burnuma giren terlerim genzime kaçtı, nefes nefese kaldım öksürmekten. Bütün gücümle kelepçelere asılıp, tekrar bağırdım.
�Çıkarın beni buradan!... Kimse yok mu?!...
Etrafı kolaçan ettikten sonra, bu rezil hücreye nasıl olup da düştüğümün hikâyesini hatırlamak için, hafızamı ölesiye zorladım. Kopuk filmler vardı gözlerimin önünde. O yamuk burunlu köpek herif sokmuştu beni buraya.
Nasıl da gaflete düşüp kapak kâğıdına pişti vermiştim, ahh. Onu hatırladım. Kapıdaki iri yarı yavşağı da hatırladım, polis miydi bu herifler?
Yok canım, nereden bulacaktı polis beni? Yoksa?...
Bulunduğum odanın içerisi, çöp ve pislik dışında, boştu. Oda kapısının bulunduğu cephenin köşesindeki zeminden tavana geçip giden bir metal boruya bağlıydım ve erişebileceğim alan, boyumla sınırlıydı. Karşımdaki iki giyotin pencere sokağa bakıyordu. Dışarıda yürüyen insanlardan uzun boylu olanların saçlarını görebiliyordum yalnızca. Ancak sokak o kadar gürültülüydü ki, bağırarak kimseye ulaşabilme imkânım yoktu.
Alaşımlı metalden yapılmış kalın kalorifer borusu, bel hizasında eski döküm bir radyatöre bağlanmıştı ve o da çekerek koparılacak gibi bir şey değildi.
Beni nasıl da faka bastırmışlardı o puştlar...
Midem yine bulanıyor, başım dönüyor ve gözlerim kararıyordu. Yere çömelmek zorunda kaldım. Gözlerimi kapayıp vücudumun kasılmalarının geçmesini bekledim azıcık. Saatime bile zorlukla baktım, on ikiyi geçiyordu. Demek ki, iki buçuk saatten beri burada baygın yatıyordum. Üzerimdeki ceketi de çıkarmışlardı. Odanın sağındaki pencereden bölük pörçük içeri giren far ve neon ışıklarında, mavi renkli ceketimin odanın ortasında bir yerde atılıp bırakılmış olduğunu gördüm. Hayal meyal...
Beni soymuştu demek şerefsizler. Tamam da. Neden paketleyip, böylece burada bırakmışlardı? Öldürmemişlerdi, kodese atmamışlardı. Neden?
Gücümü toplayıp, zorlukla doğruldum. Bacaklarım titriyordu. Kafayı çalıştırıp, bir an önce buradan palamarı koparmanın bir yolunu bulmalıydım. Yerlerde boruyu parçalayabileceğim sert bir cisim bakındım.
Gözlerim karanlığa iyice alışmıştı. Yere yatıp, bacaklarımı odanın ortasına doğru uzattım. Bir pergel gibi çöpleri süpürmeye başladım. Bir kaç tahta, kâğıt ve tuğla parçasından başka ele gelen bir şey yoktu, onları da kendime doğru çektim. Odanın bana göre sol cephesinde, pencerenin bulunduğu köşeye doğru bir çöp öbeği bulunduğunu fark ettim. İçinde ne olduğu görünmüyordu. Üstelik burası, uzanabileceğim bir bölge değildi. Biraz düşündüm ve tek şansımın bu çöpün altından bir şeyler çıkması olduğunu anladım.
Az önce bulmuş olduğum tahta parçalarından uzunca olanını, iki ayağımın arasına kıstırıp sürüyerek, çöp öbeğine zorlukla ulaştırdım. Kelepçeler bileklerimi kesmeye başlamıştı. Çöpleri, tahta parçasıyla yarım yamalak da olsa süpürdüm. Tahta, ağırca bir nesneye takılır gibi oldu. Bin bir zorlukla kendime doğru çektim onu. Sonra tahtayı bırakıp, ayağımla, görebileceğim kadar yanıma aldım.
Pencerenin denizliğinden kopmuş, el büyüklüğünde kalın, beyaz bir mermer parçasıydı bu. Taşı iki elimle kavrayıp, kalorifer borusunu duvara bağlayan kelepçeye bütün gücümle vurmaya başladım. Aklıma beni buraya tıkan pezevengin suratı geliyor, bağlantı yerine her vuruşumda, ağzının burnunun dağıldığını hayal ediyordum. Sonra o Arzu karısını, polislere beni anlatırken görüyordum.
Allah kahretsin o herifleri! O orospu karı öttü, biliyorum.
Yüzümde biriken ter duvarlara sıçrıyor, kurumuş ağzımın kenarlarında köpükler oluşuyor, vurdukça kendimi düşünmekten ve homurdanmaktan alıkoyamıyordum.
Başkası olamaz; Mustafa buraya geleceğimi bilmiyordu.
Aslında hata bendeydi, Arzu�nun işini bu sabah görmeliydim. Sen artık yaşlanmışsın Murat, çabuk hareket etme yeteneğini kaybetmişsin.
Taşı, borunun bağlantı noktasına deli gibi vurmaya başladım. Kopan mermer parçaları kıvılcımlanıyor, gözlerime sıçrıyor, kirpiklerimi yakıyordu.
�Hepsini öldürücem!
Mermerin kırılan kısmı bir bıçak gibi keskinleşmiş, parmaklarımın boğumlarına dalmıştı. Ellerimden fışkıran kanlarla birlikte, borunun kelepçesi dağılarak kırıldı.
Yemin ederim, o puştun suratını orada, taşın inip durduğu yerde gördüm. Kalorifer borusunun desteğini yok etmiştim. Ayaklarımı duvara dayayıp, kelepçenin zincirine asıldım. Boru çatırdamaya başladı. İkinci çekişimde, duvardaki sıva parçalarıyla birlikte, üstteki eklem yerinden koptu. Dişlerimi sıkarak, gözlerimi kapadım. Kendimi bütün gücümle bağırmaktan alıkoyamıyordum artık.
�Hepsiniii!!!
İki elimi birbirine bağlamış kelepçelerle, kanlı ellerimi ve üstümü başımı, yerdeki pis gazete kâğıdı parçalarıyla �yapabildiğim kadar� temizledim. Heyecandan ve soğuktan titriyordum. Üzerimden çıkarılarak yere atılmış olan ceketimi alıp, ceplerine baktım. Her şeyim çalınmıştı. İki elimi birbirine bağlamış olan kelepçeler sebebiyle üzerime giyemedim. Kaptım ve sokağa fırladım.
Şimdi ne yapıp edip sığınağıma varmalıydım.


26
ŞEF
Asayiş şubede bir vakanın sonuçlanması, dosyanın adliyeye gitmesi, ya da kapanarak tozlu arşiv raflarına kaldırılması demektir. Soruşturma, bu sonuç aşamasına gelinceye kadar, bir sürü merhaleden geçer. Sonun başlangıcı dediğimiz aşama, -yani bizim işimizin sonu- zanlı ile birlikte tüm ifade, tespit ve delilleri içeren dosyanın savcılığa teslim edilmesidir.
Şimdi burada, Joy Bar�ın resepsiyonunda, bütün bu bürokratik süreci planlıyordum. Elimizde Sami Tuzcu cinayetinin suçlularını içeri tıkabileceğimiz kesin deliller ve ifadeler vardı. Gerçi bu ülkede neredeyse hiç bir şey kesin değildir. Buna rağmen görünen oydu ki, Murat denen herifi bu davada ömür boyu hapisten ancak bir mucize kurtarırdı.
Kulaklığımı çıkardım. Önümdeki evrakları toparlarken, Mert ve Serdar içeri girdiler. Dağılmış yüzlerine hiç bakmadan konuştum.
�Mustafa�yı merkeze aldınız mı?
Mert, yorgun bir sesle cevap verdi.
�Aldık şefim.
Serdar, içerisini işaret etti.
�Caner�in işi bittiyse, Arzu Hanım�ı da götürüyor muyuz?
Ben sizin o kıskanç tilki ruhunuzu, bir kilometre öteden okurum, oğlum. Caner�in kaderi buydu işte; ne zaman bir kadın ona ilgi duysa, mesai arkadaşları taş koyup rezil etmeye çalışırlardı onu. Caner�in kanatlarımın altında olduğunu bir kere daha hissettirdim.
�Yok. Caner�in onunla işi var daha. Siz esas şu yandaki binada duran puştu hemen içeri alın. Dikkatli olun ha, herif çok tehlikeli.
Serdar, yine densizlik yapıp alaycı bir tavır içine girdi.
�Yerim ben onun tehlikesini...
Fesuphanallah çekip, ibne tarzı konuşmasına ses çıkarmadım.
�Hadi yürü oğlum, daha çok işimiz var. Mert, sen yalnız bırakma çocuğu.
İkisinin birlikte apar topar dışarı çıkmasını izleyip merkezi aradım. Bu gece komiser Cemil ve ekibi nöbetçiydi. Bana ilettikleri Fındıkzade cinayetinden başka önemli bir olay olmadığını söyledi, arayan-soranların listesini verdi.
�İki adam yolla, burayı toplasınlar.
�Emredersin şefim.
Cemil, taşralı, asker gibi itaatkâr ve olgun bir çocuktu. Kırk yaşında ve Mert�ten kıdemliydi.
�Kayıtlara sakın kimse dokunmasın, yarın tutanakları isteyeceğim. Anlaşıldı mı?
�Anlaşıldı şefim,
Makinemi kapatmadan önce son kez, Caner�le Arzu�nun ses kayıtlarını taradım. Baştan sona çok ilginç ve benzersiz bir konuşmaydı. Caner�in sorgulama mucizelerinin arasına bir yenisi eklenmişti. Bir insan bu kadar mı güzel konuşturulur yaa... Sahiden bu çocuk, Asayiş Şube�nin göz bebeğiydi.
Dokuz yıl Narkotikte süründükten sonra, onu bizim büroya aldırmıştım. Rahmetli babası da eskiden yakın mesai arkadaşımdı, Allah rahmet eylesin, o da çok iyi ve dürüst bir adamdı. Caner�im, Narkotik Şubede çok başarılı olabilirdi aslında; kolejden ve akademiden yüksek dereceyle mezun, yakışıklı, zeki, pırıl pırıl bir polis... Üstelik son derecede itibarlı, tanınmış, gazi olmuş bir başkomiser çocuğu...
Öyle akıllı operasyonlar yapmıştı ki şubede, milletin dibi düştüydü. Ama onu çok fena harcadılar. Niye?
Çünkü itoğlu itlerin kuyruklarına bastı.
Narkotik o zamanlar, berbat bir takımın elindeydi. Şimdilerde orası yeni yeni temizleniyor. Olan, zavallı Caner�ime olmuştu. Ahh, keşke çocuğu vaktiyle yanıma alaydım. Gaflete düşmüştüm işte...
Ses kayıtlarını, müzisyen oğlunun piyano kayıtlarını huşu içinde dinleyen bir baba edasıyla taradığım sırada, Mert ve Serdar pürtelâş içeri girdiler.
�N�oldu çocuklar. Yoksa?.
�Evet şef, kalorifer borusunu koparıp kirişi kırmış.
�Allah kahretsin! Sizi de Allah kahretsin! Ulan herifi enseleyeceğiz diye göbeğimiz çatladı be!.
Deliye dönmüştüm. Nabzımın deli gibi çarptığını hissettim. Kendimi tutamayıp, Serdar�ın yakasına yapıştığımda arakladım kendimi.
�Kaç yıllık polissin, şunu düzgün bağlamasını öğrenemedin gitti be! N�apıcaz şimdi ha? N�apıcaz?
Mert, onu elimden kurtardı. Durumumu iyi görmemiş olacak ki ceketimden dilaltı hapımı bulup çıkardı.
�Şefim, ne olur yapmayın!... Biliyorsunuz doktor böyle yapma...
�Başlarım lan doktorunuza şimdi!...
Ağzımdan köpükler geliyor, kulaklarım vınlıyordu. Allah�ım, tam bu eziyet bitti demiştim. Bitti demiştim. Yok artık. Dayanacak halim yok yaa!...
Mert, bir yerden yarım bardak su bulup, ilâcımı içirdi. Görünüşümden çok korkmuş olduğunu anladım.
�Lütfen yapma şefim, çoluğunun çocuğunun hatırına...
Serdar olacak pezevenk, oradan atıldı.
�Valla şefim, bunun kelepçeyle, bağlamakla filan ilgisi yok. Boruyu koparmış gitmiş. Ee, başında kimse de bırakmadık, siz öyle söyl...
Suratına tokadı aşkettikten sonra sinirim dağıldı. Serdar�a vurduğum için pişman oldum. Allahtan, bana bir şey söylemeyecek kadar -korkuyla karışık- saygıya sahipti. Sesini çıkarmadan az öteye çekildi. Ağzımdan konuşma yerine hırıltı çıkıyordu istemeden.
�Öyle söylememin sebebini bilmiyor musun sen?! Delirtecek misin beni yaa?!...
Mert, olayı daha fazla büyütmemek için tekrar araya girdi.
�Kes oğlum tamam! Şefim, elinde kelepçeler, beş parasız ve kimliksiz, burdan çok uzaklaşmış olamaz o herif. Kilit noktaları kapatırsak, hemen enseleriz gibime geliyor. Ekipleri arayayım mı?
�Ne ekibi Mert, hasta mısın oğlum? Hatta Sami Bey�in nasıl öldürüldüğünü de anlatalım bari.
�Yok şefim, ben sadece...
Sandalyeye yığıldım. Yapacak bir şey yoktu. Olan olmuştu. Olanla, ölene çare yoktu siktiğimin dünyasında... Biraz nefeslenince ayağa kalktım. Mert ve Serdar, ne yapacaklarını bilemez halde dolanıp duruyorlardı. Bu arada, bardan çıkanlar çoğalmıştı. Vestiyerden ceketlerini isteyenlere, acemi hareketlerle yardımcı oluyorduk. Millet, bir gariplik seziyor olmalıydı ki, bize yan gözlerle tuhaf bakışlar atıyorlardı. Sonunda kafamı toparladım, dışarıya çıkıp bizimkileri bir baş hareketiyle yanıma çağırdım.
�Derhal merkeze gidip talimatlarımı bekleyin. Hadi naş!...
Mert, Serdar ile birlikte çıkmak üzere içeriye uğrayıp, toparlandı. Ellerimle yüzümü zımparalarcasına sıvazladım. Kırk saattir uykusuz ve yorgun Mert ve ekibinden daha fazla fayda göremeyeceğimin farkına varmıştım. Gitmekte olanların yolunu kesmek zorunda hissettim kendimi.
�Durun bir dakika. 155�e bir kapkaç ihbarı yapayım, çevreyi onlar arasınlar. Sadece eşkâlini vereceğim o uğursuzun. Bir şey bulacaklarını sanmıyorum ya.
Sinirden sesim ve ellerim birlikte titreyip duruyordu.
�Evvelki gece nöbetiniz vardı. Zaten hıyar gibi olmuşunuz, evlerinize gidip zıbarın, sabah sekiz buçukta toplantı yapıcam. Merkezde.
�Anlaşıldı, Şef.
Kaçarcasına terk edip gittiler mekânı. Giderken, bizimkilerin gözleri beni görmek bile istemiyordu. Herhâlde halim-tavrım iyi değildi. Ekiplere telefonlarımı ettikten sonra, toparlanıp eve doğru yola çıktım. Araba kullanırken sık sık kalbim sıkıştı, derin nefes alıp idare etmeye çalıştım işte...
Zaten, �idare� etmekten ibaretti bütün hayatım...


�19 KASIM - PAZAR�


27
MURAT
Beyoğlu�nun arka sokaklarındaki binalardan birinin kapı sundurmasına girip saklandım. Kasım ortasındaydık ve artık akşamları epeyce soğuk oluyordu. Üstüne üstlük, bu gece, rüzgârla beraber pis bir yağmur da başlamıştı şansıma. Sırtımda sadece fanilânın üzerine giyilmiş bir gömlek vardı, omuzlarıma ceketimi koymuştum ve donuyordum. Neredeyse yarım saattir, kan revan içindeki ellerimi sarmalayan kelepçelerle, karanlık Beyoğlu sokaklarında titreyerek turalamaktaydım. Kendime acilen para bulup, sağlam bir yere kapağı atmam lâzımdı.
Sığındığım kapı önünden, sokağın öbür başına bakıyordum. Pardösülü bir kadın gölgesi görür gibi oldum ve yaklaşmasını bekledim. Evet, yanılmamıştım. Bir çocuk gibi sevindim şimdi, çünkü giyinişinden ve yürüyüşünden bir hayli geçkince olduğunu anladığım bu kadın, karşı kaldırımdan sokağın benim bulunduğum ucuna doğru yürüyordu. Geri çekilip iyice gizlendim, harekete geçmek için biraz daha yaklaşmasını beklemeliydim. Tam o sırada, bulunduğum kapının hemen yanındaki camın ışığı yandı. Yaşlı bir teyze, pencereyi açtı ve bağırdı.
�Kim var orda?!...
Sesimi çıkarmadan bekledim. Beni görmediğini sanıyordum. Başımı çıkarıp yana bakınca, pencereden dışarı sarkmış ve bana bakmakta olduğunu gördüm.
�Sana söylüyorum, kim var orda?
Önce ne yapacağımı bilemedim. Sonra toparlanıp, sarhoş ağzıyla konuştum.
�Yok bir şey ya teyzejim. Duruyorum işte burda yaa...
�Aaa, ne diyosun sen ayol. Hasann, baksana oğlum, sarhoşun biri çişini yapıyor kapıya...
Eyvahlar olsun, bu ihtiyar cadının hıyar suratlı oğluyla uğraşacak halim hiç yoktu. Bu arada, beni rahatlatacak tek şey olan şu pardösülü kadının ürküp kaçmasından da tırsıyordum. Yaşlı teyzeyi biraz sakinleştirip susturmaya çalıştım.
�Yok teyze yaa, ne çiş yapması... Üzerime kalın bir şey giymeden çıkmışım; çok üşüdüm, ondan girdim buraya. Şurada hastanede annem yatıyor. Ona gidiyorum.
Nedense, Beyoğlu�ndaki mahallelerde oturan yaşlı kadınların hemen hepsi kaçık olur. Bu kadına da konuşmak tam ters etki yaptı, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı,
�Aa, delinin zoruna bak!... Git kendi kapına hade... Hoşt!.
Beni o kadar zor bir duruma düşürmüştü ki, sinirden kudurdum. Durumu daha da güçleştirmemek için bir şey yapmadım.
�Teyze, niye bağırıyon ya. N�olur burada biraz ısınsam ha?
Ben kadına yalvardıkça, o daha da cazgırlaşıyordu.
�Hayvan herif seni, bak şimdi polis çağırıcam!! Hasaann, baksana oğlum!...
Bana doğru gelmekte olan kadın, seslerden dolayı ürküp, yolun öbür yanına geçti. Yağmur iyice hızlanmıştı, keyfim fena halde kaçtı. Telâşla kapının içinden çıkıp, sokağın ucuna doğru kaçtım. Bu çok kötü olmuştu, şimdi yeni bir fırsat yakalayana kadar, belki de saatlerce aç bîilâç, karanlık sokaklarda, yağmurun altında titreyerek dolaşıp duracaktım. Mutlaka para bulmam gerekiyordu, otobüse binecek biletim bile yoktu. Sığınağın anahtarlarını bile almışlardı aşağılık puştlar. Ellerimdeki kelepçelerden de kurtulamamıştım. Hızla başka çözümler düşünüp, bir yandan da homurdanıp duruyordum.
O sırada, bunak teyzenin çıkardığı rezaletten ürküp yolun karşısına geçen kadın, çantasından anahtarını çıkardı, durdu ve tekrar benim bulunduğum kaldırıma geçti. Hemen köşe başına saklandım. Sevinçten beynim uçtu. Sonunda, avım bana iyice yaklaşmıştı.
İyi olacak hastanın, doktoru ayağına gelirdi.

28
ARZU
Bar taburesinde tünemiş, çökmüş bir halde duruyordum. Sarhoşluğum yavaş yavaş geçmiş, hayatın gerçeklerini kavramaya başlamıştım. Kafam o kadar karışmıştı ki, bu gece hayatıma son vermeyi bile düşünüyordum. Yaşayıp da ne olacaktı sanki? Beni hayata bağlayabilecek son şey olan bu karşımdaki adamı da, bir kaç gün içinde görmez olacak, bir hapishanede geçireceğim kim bilir kaç yıldan sonra kendime sıfırdan, �süper ötesi� bir hayat kuracaktım işte...
O hayatın nasıl bir şey olabileceğinin ayrıntılarını düşündükçe, hemen bileklerimi kesmek istedim. Bu gece yapmalıydım bu işi... Kimsenin beni kurtaramaması gerekirdi. Çantamdaki uyku ilâcını kontrol ettim. On beş draje vardı. Yarım hap ile sekiz saat deliksiz uyku çekebildiğime göre, on beş adedi ile herhâlde bir daha hiç uyanmazdım.
Karşımdaki bar koltuğunda oturup suskun yüzümü seyreden Caner, sanki beynimin içindekileri okudu, yumuşacık bir sesle beni avutmaya çalıştı.
�Senin bu işten ufak tefek sıyrıklarla kurtulabilmen için elimden geleni yapacağım, Arzu.
�Başıma gelen her şeyi hak ettim. Kendim ettim, kendim buldum. Kendimi bitmiş, tükenmiş hissediyorum.
Gerçekten de kendimi tamamen çökmüş hissediyordum. Caner�in söyledikleri ve bana dokunuşları, gözyaşlarımı bir süre için durdurdu. Çantamdaki kâğıt peçetelerden biriyle burnumu sildim ve izin isteyip tuvalete gittim.
Kadınlar tuvaletinde bir kadın, aynaya bakıp saçlarını düzeltiyordu. Beni gördüğünde endişelenir gibi oldu, yüzünü buruşturdu. Gözlerimi ondan kaçırıp, kabine girdim.
Tuvalette, hayatımda bir çıkış yolu olup olmadığını düşündüm, ama bulamadım. Çıktığımda, lâvabonun önü boştu, zaten kulüpteki insanlar da yavaş yavaş başka ortamlara akmaya başlamışlardı. Ellerimi yıkarken, aynada yüzüme baktım, görüntüm her bakımdan içler acısıydı. Bir parça tuvalet kâğıdıyla akmış makyajımı temizledim, yüzümü-gözümü yıkadım. İçeri girdiğimde Caner barın önünde cep telefonuyla konuşuyordu. Yanına gittiğimde, telefonu hemen kapayıp bana döndü.
�Seni, ifade vermen için merkeze götüreceğim. İfadende neler söylemen gerektiğini birazdan anlatırım. Sonra dinlenirsin azıcık.
Yolun sonuna gelmiştim işte. Yine el ele tutuştuk, yüzüme bakıp gülümsedi. İyi bir insan olduğu yüzünden o kadar belliydi ki. Barda hesapları toparlayan çocuğa baktı, sonra bana döndü.
�Şimdi birer kahve söyleyelim istersen, ben de epeyce içki içtim bu akşam. Sözüm ona, altı hafta önce içkiyi bırakmıştım. Sayende yine başlamış oldum.
�Gerçekten mi? Bu ara çok kişiye zarar verdim istemeden...
�Saçmalama yaa. Şaka yaptım sana, bir şeye sebep olmuş falan değilsin.
Kendimi tutamayıp yine ağlamaya başladım. Çok, ama çok kırılgan oluvermiştim. Caner gibi bir insana kötülüğümün dokunmasını hiç istemezdim.
�Böyle olacağını hiç düşünmedim. Hayatım boyunca suçtan uzak durdum, trafik suçu bile işlemedim ben.
Elinin tersiyle gözyaşlarımı silip ellerimden tuttu.
�Boş ver bunları şimdi. Hadi ağlamayı kes artık, her şeyin düzeleceğini söyledim sana...
Barmene iki az şekerli kahve söyledi. O sırada cep telefonum çaldı. Tanımadığım bir numara arıyordu. Saat sabahın bir buçuğu olmuştu; biraz duraklayıp açtım. Karşımda, tanıdık bir ses vardı.
�Bizim orada zamansız öten bülbülleri keserler. Kendini ölmüş bilesin, Arzu Hanım...
Tüylerimi diken diken eden ses, bir şey söylememi beklemeden kesildi. Telefonu kapatmıştı. Bu adama kanıp, onun işbirlikçisi ve kölesi haline geldiğim için yüzlerce kere pişman olmuştum. Ama iş işten geçmişti. Şimdi peşime düşmüş, intikam için beni öldürmek istiyordu.
Betim benzim atmış olmalıydı ki, Caner bana bakıp, gelen telefonun içeriğini sordu.
�Ne oldu Arzu? Bir şey mi var?
�O aradı... Murat...
�Nasıl yani? Ne diyor?
Bilinçsizce omuzlarımı salladım.
�Beni öldüreceğini söyledi. Sizinkilerin elinden kaçmış olmalı.
Caner�in yüzündeki rahatlamış ifade birdenbire bozuluverdi. Hiç beklemediği bir haberdi bu. Şef�i aradı. Bana arkasını dönerek konuştu onunla. Tahmin ettiğim gibi, Murat kapattıkları yerden kaçmıştı. Caner, benden uzaklaşarak uzun süre Şef�in talimatlarını dinledi telefonda.
�İzin verirsen Arzu�yu güvenli bir adrese alıyorum, şefim. Benim eve.
Sanırım Şef, Caner�in bu talebine karşılık olumsuz bir yanıt vermedi, ama duyamadığım bazı şeyler söylemeyi de ihmal etmedi.
�Tamam şefim. Merak etme. Sabah görüşürüz. İyi geceler. Murat�ın aramış olduğu telefonu da şimdi geçiyorum.
Bana dönüp, çantama doğru elini uzattı.
�Şu telefonu verir misin bana?
Cep telefonumu ona uzattım. Eline almadı, arama kayıtlarına girmemi işaret etti. Sadece gelen telefonun numarasına bakıp, Şef�e söyledi. Sonra da konuşmasını bitirip, bana döndü.
�Seni neden tehdit ettiğini anlamadım doğrusu.
Düşününce, ben de bir gariplik olduğunu sezdim. Ben daha fazla ne biliyordum ki? Bildiklerimi Caner�e zaten anlatmıştım, bu da beni onun suç ortağı yapıyordu. Beni tehdit etmesi için bir sebep yoktu.
�Bilmiyorum. Konuştuğumu ve onu ele verdiğimi düşünüyor herhalde.
�Polise, onun kimliğinden ve Mustafa�nın evinin adresinden başka bilgi vermedin. Bu çok garip...
�Yetmez mi? Onun yakalanmasını sağlayan bütün bilgiyi vermiş oldum.
�Murat sana annesinden ve oturduğu evden veya başka akrabalarından hiç bahsetmedi mi?
�Hayır. Şu anda kafam çok karışık, gerçekten onunla ilgili pek az şey biliyorum.
�Hadi o zaman çıkalım buradan. Yarın devam ederiz.
Şef ile yapmış olduğu konuşmayı duymamış gibi yaptım.
�Nereye gidiyoruz? Nezarethanede mi kalacağım bu gece?
�Kapıya iki nöbetçi dikip, gerekli uyarıları yaparsam, merkez şubenin nezarethanesinde kalman daha güvenli olabilir aslında ama kafam iyice karışık. Bu gece organizasyon yapacak halde değilim. Benim evde kalmanın daha doğru olacağını düşündüm. Tabiî senin için bir sakınca yoksa.
�Yok hayır. Hiçbir sakıncası yok.
Sevinçten uçmuştum aslında. Soğuk ve karanlık bir hücrede kalmak yerine, onun evinde ve koynunda yatmaktan daha güzel ne olabilirdi ki?. Nezarethanede kalacak olsam da, ağlayıp-yalvarıp benimle kalmasını isteyecektim ondan. �Korkuyorum� diyecektim.
Gerçekten korkuyordum da...

29
CANER
Joy Bar�dan çıktığımızda, bizimkiler tası tarağı toplayıp dağılmışlardı. Bürodan iki genç memur, kabloları ve cihazları toplayıp götürmeye gelmişlerdi. Kulübün işletmecisine ve bardaki çocuklara teşekkür ettim, hesabımızı büroya intikal ettirmelerini ve faturayı kime vereceklerini söyledim. Çocuklar, Şef�in zaten her şeyi organize etmiş olduğunu söylediler. Joy Bar�ın gerçek badigardı otoparka gidip benim arabayı getirdi. Arzu�yla birlikte külüstüre atlayıp Ortaköy�e doğru yola çıktık.
Arzu, arabada neredeyse hiç konuşmadı, sadece eşyalarını almak üzere kendi evine uğrayıp uğrayamayacağımızı sordu. Bunun tehlikeli olabileceğini, evde ihtiyaç duyabileceği hemen her şeyin bulunduğunu söyledim. Gerçekten de, kanatlı ve kanatsız olmak üzere, kadın pedleri bile vardı stokta.
Arzu�nun Asayiş Şube�deki nezarethanede kalması daha güvenli ve doğru olurdu. Bunu ona bir seçenek olarak da teklif etmiştim. Ruhsal olarak henüz buna hazır olmadığını ve benimle birlikte evde kalmayı tercih edeceğini söyledi. İşin aslı, onun benimle kalmasını her şeyden daha çok istiyordum.
Bekâr bir erkeğin yalnızlığı, her koşulda acıklı bir durumdur.
Eve vardık. Yol boyunca izlenip izlenmediğimizi kontrol etmiştim. Sokağa park edip daireye çıktık. Kapıyı sıkıca kilitleyip, perdeleri kapadıktan sonra ona evi gezdirdim. Kullanacağı banyoyu gösterdim, terlik, diş fırçası, havlu gibi malzemeleri hazırladım.
�Sen yatak odasında yat, çarşafları yeni değişti. Orası daha güvenli. Ben burada kanepede yatacağım.
Arzu nasıl olduysa sessizliğini bozdu. Sesi fısıltı gibi çıkıyordu.
�Sana rahatsızlık vermek istemem.
Onu biraz güldürüp rahatlatmak istedim.
�Yok, rahatsızlık filan değil de... Tehlikeli suçlularla aynı mekânda bulunmak biraz zor benim için...
Acı acı güldü. Sonra, hoş bir yumuşaklıkla vücuduma sarılıp, beni dudaklarımdan hafifçe öptü.
�Sen çok tatlı bir adamsın, Caner.
�Sen de çok tatlısın. Uykun gelmedi mi?
Elleri göğsümü okşuyordu.
�Yok, gelmedi.
Bana iyice sarıldığında evdeki telefonum çalmaya başladı. Gecenin bu saatinde olağan bir şey değildi.
�Hayırdır inşallah. Bu saatte beni ev telefonumdan pek kimse aramaz ama.
Telefonu açtım. Epeyce beklememe rağmen, karşı taraf cevap vermedi. Birisi vardı hatta... Belli belirsiz soluğunu duyuyordum. Arzu tedirgin oldu.
�Murat bizi buldu. O, peşinde olduğu birini taciz etmek için bunu yapacak biridir.
�Demek korkacağımı sanıyor.
�Elbette öyle sanıyor. Aslında, ondan esas korkan benim.
�Korkacak bir şey yok, Arzu. Burada tamamen güvendesin.
�Silahın var mı?
�Yok, ben silah kullanmam.
Arzu, benimle dalga geçer gibi, Uzak doğu savunma sporlarında kullanılan hareketler yaptı ve Japonca benzeri naralar attı.
�Silahsız cinayet masası dedektifi Caner, katil Kara Murat�a karşı. Yoksa judo filan mı biliyorsun?
�Bir çeşit karate diyelim. Biliyorsun kara-te Japoncada �boş el� anlamına gelir.
Ona bir bakış atıp göz kırptım. İyice koltuğumun altına sokuldu.
�Çok yorgunum.
�Hadi yatalım.
�Sen de benim yanımda yatsan. Biraz korkuyorum da.
�Bu pek yakışık almaz.
Bunu zorlanarak söylemiştim. Aslında, bir kadının koynumda yatmasına öyle çok ihtiyacım vardı ki...
�Hem benim salonda yatmam, güvenliğimiz açısından daha iyi. Bir gelen olursa, onu içeriye gelmeden yakalarım.
Arzu biraz bozulmuş gibi konuştu.
�Doğru, boş ellerinle hemen yakalarsın onu. Benimki zaten nedensiz bir korkuydu.
Biraz duraklayıp, hiç beklemediğim bir soru sordu.
�Hey, benimle yatarsan, sonra bana borçlu filan kalacağını düşünmüyorsun, değil mi?
Önce buna epeyce güldüm. Sonra, eski aşk serüvenlerim aklıma geldi ve yüzüm asıldı. Yakın zamana kadar, hiçbir kadının teklifini geri çevirme nezaketsizliğini göstermeyen bir adamdım. Şimdi ise, iş icabı ilişkide olduğum kadınlarla yakınlaşmaktan fena halde korkar olmuştum. Başım bu durumlarla ilgili birkaç kez belâya girmiş, kendime her açıdan zarar vermiş olan karmaşık süreçlere neden olmuştum. Bu yüzden, bu konuda zayıflık göstermemem gerekiyordu.
�Sen beni ne sanıyorsun, Allah aşkına? Böyle şeyler düşünecek bir hıyarağası filan mı? Hadi fazla uzatma da, git içeri yat şimdi. Burada tutuklu olduğunu da aklından çıkarma.
Arzu�nun kafası karışmış olmalıydı. Sanırım, aşk teklif etmiş olduğu hiç bir erkek tarafından reddedilmiş değildi bu zamana kadar. Kırık kalbiyle benden uzaklaştı. Odanın ortasında başını önüne eğip, ne yapacağını bilmez bir halde bekledi. Omuzlarından kavrayarak kendime doğru çevirip, dudaklarından hafifçe öptüm. Sonra vücudunu yatak odasına giden koridora yönlendirdim, kıçına hafif bir şaplak atıp gülümsedim.
�İyi uykular.
Mahcup mahcup gülümseyip elini kaldırdı ve bana veda etti.
�Sana da...
İçeriye doğru yürürken, ben de salondaki oturma grubunda yatağımı yapmaya başladım. Doğrusu, evli olduğum yıllarda kanepede yatmaya epeyce alışmıştım.


30
ŞEF
Pazar sabahları dokuz buçukta, bizim kısımdaki toplantı masası genellikle boş olurdu. Bu sabah ise, neredeyse seferberlik ilân etmiştim. Sabahın köründe gelip, cinayet masasındaki iki ve dört numaralı ekibi fazla mesaiye bırakmış, Sami Tuzcu dosyası dışındaki bütün işlerin takibini onlara vermiştim.
Mert, Serdar, mukayyitler ve bilgi işlemden bir memuru, tüm evrakla birlikte, masanın etrafına dizdirmiştim. Diğer şubelerin ve başka insanların olay hakkında bilgisi yoktu ve olay çözülene kadar da olmayacaktı.
Sonra, Emniyet Âmiri Faruk Kuloğlu ve ilgili birimlerdeki arkadaşlarla neler konuşacağımın plan ve programını yaptım. Çocuklar da erkenden gelip, çalışmaya başlamışlardı. Caner, evindeki çalışma masasından, bilgisayar yardımıyla bize katılacaktı. Operatör onunla bağlantıyı kurdu, ayarları yaptı. Şimdi o da, saç baş dağılmış vaziyette, ekranda görünmüştü. Selâmlaştık. Dosyanın sorumlusu, üç numaralı ekibin âmiri Mert olduğundan, sözü önce ona verdim.
�Evet, şimdi elimizde neler var, bir bakalım. Mert?
�Cep telefonu Murat Gümüşlü�nün kendi üzerine kayıtlı. Fihristindeki telefonları ve son bir aylık konuşmalarını araştırıyoruz. GSM şirketi bize kayıtları geçti, Murat�ın resmi ikamet adresine Serdar birazdan gidecek.
�Başka ilişkilerini bulalım, sonra aradığı tehdit telefonu nereden açılmış, ona bakalım?
�Çalıntı olmalı. Ayşe Gönenç ismine kayıtlı. Kadının adresini tespit ettik, sabah Telekom şirketine kapatma talimatı geçmiş ve telefonu şu anda görüşmeye kapalı. Oraya da birini çıkardım, kadınla konuşsunlar diye.
�Her yere adam göndermeyin oğlum. Telefon edin, faks çeksinler, elektronik posta göndersinler. İletişim çağında yaşıyoruz. Ancak önemli sorgulara gidin, yoksa yetişemezsiniz. Murat�ın üzerinden çıkan anahtarlara baktınız mı?
�Basit ev kilidi anahtarları, nereye ait olduklarının tespiti mümkün değil.
�Araba anahtarı çıkmamıştı zaten. Üzerine kayıtlı bir otomobil olup olmadığını da araştırın bakalım. Tescil Şubesi�nden. Oraya taksiyle gelmiş olmalı. Barın çevresini araştırmış mı karakoldakiler, herhangi bir görgü şahidi filan?
�Şefim, karakoldakiler zaten Allaha emanet. Dün gece, hiçbir şey bulamamışlar.
Mert�in benimle işi, şimdilik bitmişti. Yazması gereken şeyler için benden izin isteyip, kenara çekildi. Serdar�a döndüm.
�Evet, Serdar?
�Kimliğindeki resmi büyütüp çoğalttım. Sabıka kaydı yok, biliyorsunuz. Herhangi bir davası var mı diye savcılığa başvuru dilekçesi yazdım ve yolladım. Akrabaları için nüfus müdürlüğünden bilgi isteyeceğim.
�Başka?
�Başka bir şey yok, şefim. Daha buraya geleli bir saat oldu.
�Oğlum, el âlem bir saatte devrim yapıyor, biraz çabuk olacaksınız. Şimdi buradaki işlerinizi hemen halledin, telefonla yapılacakları bürodaki arkadaşlara devredin, araştırma işlerini de bizim Nazım�a verelim. Çağırın onu buraya, ben konuşayım. Öbür çocuklara da durumun ciddiyetini anlatın, her şeyi bırakıp bu adamı yakalamamız lâzım. Biliyorsun, Caner de tehdit altında...
Serdar, her zamanki gibi çok iddialıydı.
�Merak etme şefim. Yer yarılıp içine de girse, onu bugün enseleyeceğiz.
�Zaten başka şansımız da yok. Gazetecilerden ancak bir gün daha saklanabiliriz.
�Doktor� lâkaplı Nazım, benim şubede en sevdiğim ve güvendiğim adamlarımdan biriydi. Elektronik ve mekanik konusunda kendini yetiştirmiş, bir poliste nadir rastlanır özelliklere sahip, çok temiz bir adamdı. Telsiz astsubayı iken, ordudan ayrılıp polis olmak istemişti. Bu yüzden, bizim çocuklara göre yaşı epeyce geçkindi oğlanın. Bilgisi ve çalışkanlığıyla nam salmıştı. Büroda araştırma yapmak ve rapor yazmakta üstüne yoktu.
�Buyrun şefim, beni istemişsiniz?
�Nazım, işi sana söylemişlerdir, hemen benim odada bir üs kuruyorsun, lâboratuar, parmak izi ve her yere erişimi olsun. Çocuklar sana şimdi bütün ek bilgiyi verirler. Eve haber ver; bu iş çözülene kadar burada yatıp kalkıcaz, haberleri olsun. Bu işte senden müthiş performans bekliyorum. Anlaştık mı?
Çalışmayı seven bir adam için bunlar coşkulu güzellikte şeylerdi. Nazım�ın gözlerinin içi parladı.
�Anlaşıldı, şefim. Konu nedir?
�Sami Tuzcu cinayeti. Ben şu telefonlarımı yapıncaya kadar, Mert sana olayı izah etsin. Evrakları versin. Şimdi hemen kur sistemini, bütün bilgiyi gir ve araştırmalara başla, bir saat sonra seninle ilk değerlendirmemizi yapacağız. Tamam mı?
�Tamamdır Şef.
�Bu arada Caner�le de sürekli irtibat halinde ol ve bütün faaliyetleri ona da bildir.
Sıcağı sıcağına bu işi çözmek durumundaydık. Yoksa çoğu zaman olduğu gibi, bu dosya da �faili firar� rafındaki yerini alır, her şey sona eriverirdi. Emniyet Teşkilâtımızda alışılmış olan durum da buydu zaten.
Kadının çantasını gasp edip, bir taksiyle zar zor eve geldim. Arkamda iz bırakmamak için, cep telefonuyla görüşemezdim. Bu yüzden çantadan çıkan cebi çöpe attım hemen ve sidik kokan bir telefon kulübesinde gördüm işimi.
Okmeydanı�nda eve varmadan iki sokak önce inmiştim taksiden. Şoför, sefil halimden dolayı benden biraz pirelenmişti. Gece eve vardıktan sonra da çilem bitmemiş, mahallede oto kaportacılığı ve onunla birlikte hırsızlık yapan eski bir tanıdığın garajını açtırmış, ellerimdeki kelepçeden kurtulmuştum. Herifin adamları geveze tipler olduğundan, bizzat kendisini yatağından kaldırıp kimse görmeden garajına götürdüm. Oksijen kaynağı kullanarak, beş dakikada gördü işimi. Çenesini tutacağını biliyordum, çünkü onu içeri tıktıracak bilgiye sahiptim.
Anahtarlarımı kaptırmış olduğumdan, apartmanın ana giriş kapısının kilit göbeğini yine kaportacı Ercan�a söktürmüş, daire kapısını da Mustafa�dan öğrendiğim taktikleri kullanarak, ince uzun bir sac parçasıyla kendim açmıştım.
Gece uyumadan önce, vakfın istihbarat kaynaklarından şu polisleri araştırdım. Belirli konularla ilgili sıkı bir bilgi akış sistemimiz ve emniyet teşkilâtının içinde birçok mensubumuz vardı. Biraz araştırınca o pezevenk heriflerin kim olduklarını buldum.
Kapıda beni karşılayan iri yarı herif, Cinayet Masası�ndaki üç numaralı ekibin komiseriydi; Mert Yazıcıoğlu. Yamuk burunlu sopalık da, onun yardımcısı Serdar Emanet. Arzu�yu barda bulup sorguya çekmiş olan yılan, olsa olsa Caner Üsküdarlı ismindeki polis müsveddesi olabilirdi. Polisler orkestrası...
Telefonunu bulup evini aradım. Açtı, bir şey konuşmadım. Tehdit ettiğim insanları hep arar, nefesimi dinletirim önce. Tedirgin edip sinirlerini bozmak, oyunun en heyecanlı kısmıdır benim için...
Gecenin üçünde, üzerimdeki pis kıyafetlerle ve ayakkabılarla, kanepede yorgunluktan bîtap düşüp uyuyakalmışım. Sabah uzun bir banyo yaptıktan sonra televizyonun karşısına oturdum, peynir, ekmek ve sallama çaydan ibaret kahvaltımı yaptım.
Bu ev benim kişisel sığınağımdı, hiçbir eşyası üzerime kayıtlı olmayan, kimsenin bilmediği küçük bir kira evi. Telefon numarası, kira kontratındaki sahte isme kayıtlıydı. Evin bütün masraflarını tabiî ki Patron ödüyordu.
�Patron� diye isim takmış olduğumuz şerefsiz, hesabına çalıştığım vakfın güçlü bir üyesiydi. Bana her türlü desteği sağlamakla yükümlüydü; onlara yıllardır gelir sağlayan kan damarlarından biri olmamın yanı sıra, çok önemli başka mevzular da vardı. Bana kesinlikle herhangi bir vakıf mensubu muamelesi yapamazlardı. Şimdi, biraz kafamı toparladıktan sonra, telefon edip ihtiyaçlarımı bildirmem gerekiyordu.
�Alo Patron, müsait misin?
Tabiî yine selâm-sabah yoktu. Direkman neden aradığımı sordu.
�Ya işler kötü gitti, Patron. Az daha yakayı ele veriyordum.
Ona, gerçeklerin yalnızca bir kısmını anlatmayı tercih etmiştim. Adamı temize havale ettiğimi anlamıştı, ama mücevherleri kaptırdığıma ilişkin hiçbir lâf söylemedim. Haberlerde henüz bir şey çıkmamıştı, polis olayı örtbas ediyordu herhâlde. Arkamda iz bırakmamam çok önemliydi. Örgütün, polise yakalanmış olan adamlarını, kodeste şişlettiğini duymuştum. Bu yüzden, Patron�un iş esnasında neler olduğunun ayrıntısı ile ilgili sorularını geçiştirdim.
�Yok yok, şimdi bir şey yok, gayet iyiyim. Dinle şimdi Patron; bana acil para indir. Bir takım haydutlar cebimdekileri aldılar, kimliğim ve param yok...
Bana, havale göndermeyi teklif etti hıyarağası, kimliksiz nasıl alacaksam... Bu arada mücevherleri sormayı da ihmal etmedi tabiî.
�Orada bir sorun yok. Mallar Mustafa�da emniyette, merak etme. Onları paraya çevirmek için ayrı bir operasyon yapıcaz, biliyorsun.
Durumu öylece idare ettim. Başka neye ihtiyacım olduğunu sordu.
�Dedim ya; kimliğim yok. Ne nüfus kâğıdı, ne de ehliyet. Havale filan yollarsan iz bırakırız. Benim mekâna hemen Zülfü�yü çıkar. Parayla beraber, bir cep telefonu, bir ehliyet ve bir de yedi altmış beşlik temiz makina getirsin.
Patron, zulada hiç temiz yedi altmış beş kalmadığını söyledi. Nasıl yokmuş yaa?... Ulan koca İstanbul örgütünde her kalibrede silah bulunuyordu da, benimki tükenmiş miydi yani?...
Hemen postamı koydum, hem her türlü tehlikeli işte koşturacaktım, hem de bana istediğim silahı bulamayacaklardı. Yoktu öyle yağma...
�Nasıl yani �temizi yok�? Bulsunlar baba yaa. Patron, kırk yılda bir başımız sıkıştı, bir tane iş görür makina bulamıyor musunuz koca İstanbul�da?
Bizim örgütte imam mertebesindeki adamlar, yıllar boyunca süren kötülük ve yalandan arınma sınavlarından geçerlermiş. Ama ne hikmetse, bizim Patron�da yalanın bini bir paraydı. Balistik sicilinin temizliğinden emin olmadığımız silahları kullandığımız takdirde başımızın belâya gireceğine dair sıkı bir nutuk çekti.
�Tamam baba, o zaman. Parayı bol tut, ben makinayı buradan ayarlarım.
Onlar için de, bu daha kolaydı.
�Şu ayarlayacağın kimlik önemli; ehliyet olsun ki, araba kullanabileyim. Zülfü�yü yolla, dikkatli olsun, beni her yerde arıyorlar. Tamam merak etme, seni ararım.
Banyoya girip, güzelce sakal tıraşı oldum, ferahladım. Yalnızca dudaklarımın üzerine dokunmadım, tebdili kıyafet için, kenef sazlığı bırakmak gerekecekti. Her ihtimale karşı, ince metal çerçeveli numarasız gözlüğümü de takıp evde öyle dolandım biraz. Alışayım diye...
Öğleye doğru, yarım saat kestireyim demiştim ki, kapı çaldı. Patron�un ayak işlerini yapan elemanı Zülfikar gelmiş olmalıydı. Bu Zülfü, ağırlıklı olarak Güneydoğu�da yaşayanların mensup olduğu farklı bir mezhepten olmasına rağmen, yıllardır vakfın adamıydı. Aslında bu tip örgütlerde ırk, din ve mezhebe epeyce önem verilirdi, ama bizimki modern bir vakıftı, yönetici ve mensupları haricinde, çalıştıkları tetikçiler ve iş gördürdüğü elemanlarında ayrımcılık yapmıyorlardı.
Zülfü, komik bir adamdı; orta boylu, kavruk ve ciddi yüzlü... Onu içeri buyur ettim.
�Aman abey, geçmiş olsun.
�Sağ ol Zülfikar. Getirdin mi?
�Hepsi burda. Patron söylemiştir, elimizde temiz silah yoktur. Ahmet�in Berettası vardı, onunla da birini temizlemiş, ben dün denize attım gitti.
�Tamam, ben hallederim. Sen sakın boşboğazlık yapma bu ara, tamam mı Zülfü?
�Yok abey, deli misin?
Zülfü�nün getirmiş olduğu paketi açtım. İçinde istemiş olduğum nakit para, cep telefonu, telefonun pin ve puk kodları ile diğer bilgilerinin yazılı olduğu bir not kâğıdı ve Hidayet Kavran isminde birinin kimlik belgesi vardı.
�Ulan Zülfü, insan biraz akıllı olur be!
�Ne oldu abey?
�Oğlum, bu ehliyetteki fotoğraf bana benziyor mu lan?
�Abey, sana benzeyeni nerden bulak? Numan�ın elinde en güzel bu varmış, bunu yolladı.
�Siirtli işte, köylü aklından anca bu olur. Ulan o Numan olacak kavat, aynı sana benziyor be! Hemşerin işte. Siirt�in hıyarları...
Her zaman çok asık suratlı duran ve ciddi espriler yapan Zülfü, bu kez sırıtmaktaydı.
�Bu memlekette en kıyak adam Siirt�ten çıkar. Abey, senin vidalar gevşemiş olmasın yaa?...
�Yaa, zaten sizin cıvatalarınız hiç gevşemez, benimki gevşer. Şurda bir çay yap da içelim, ben de fotoğrafı bir rötuşlayayım. Ulaan şuraya bak, kırk beş yaşında bir herifin kimliği. Yaa, valla akıl yok sizde be.
Söylene söylene masaya geçip oturdum. Paketin içinden çıkan cep telefonunu elime aldım.
�Telefon kimin üzerine kayıtlı?
Zülfü�nün yine asılmış yüzü birden aydınlandı.
�Kime olacak abey, tabiî ki Hidayet ağbeyimize...
Anlamayıp yüzüne bakınca, ciddi ciddi önümde duran kimliği gösterdi.
�Hidayet Kavran...
Karşımda pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.


32
ŞEF
Mert, Murat�ın ortağı Mustafa�yı güzel şekilde öttürmüş, bütün teferruatın yazılı olduğu bir tutanak tutmuştu. İlk iş olarak çocuklardan, Mustafa�yı sorgu odasına almalarını istedim. Başlangıç için, ilk kaynağımızın Mustafa olduğunu düşünüyordum.
Odada, gariban gariban beni bekliyordu. Karşısına oturur oturmaz telâşlanıp, ağlamaklı bir sesle konuşmaya başladı.
�Başkomserim yaa, size bildiğim her şeyi anlattım. Tövbe. Benden daha ne istiyorsunuz?
�Murat hakkında ek bilgi istiyorum. Nerede oturuyor biliyorsundur.
�Beyoğlu�nda bir evde, annesiyle beraber oturduğunu biliyorum. Evin yerini hiç söylemedi, telefonunu da...
Kollarını iki yana açmış, kaşlar da aynı doğrultuda açılmıştı. Kırk beş değil, altmış beş yaşında gibi duruyordu, yüzü derin kırışıklarla dolu, dişler dökülmüş, kalanlar da koyu sarıya dönüşmüştü. Doğru söylediğini anladım, ama yine de biraz sıkıştırdım onu. Çok serin ve sert bir ifadeyle konuştum.
�Bu saatten sonra, bize hiç yalan söylememeni tavsiye ediyorum sana. Sonra sonuçlarına katlanamazsın.
Zavallıcık korkudan kilitlendi, eli ayağı titremeye başladı, kekeleyerek açıklamaya çalıştı.
�Başkomserim, iki çocuğumun başı üzerine yemin ederim, yalan söylemiyorum. Ben bu Murat denen adamı bir yıldır felan tanıyorum. Beraberce hepi topu iki iş yaptık, hepsi o. Vallâhi billâhi, hakkında hiç bir şey bilmiyorum. Benim muhitim başkadır...
�Sizi kim tanıştırdı peki?
�Zaten onunla tanıştığım güne nalet ediyorum. Tamer diye, mahalleden tanıdığım bir marangoz çocuk tanıştırdı. O çocuğun da bu taraklarda bezi yoktur...
�Sen ne iş yapıyordun? Anahtarcı mıydın?
�Esas kaportacıyım ben ağbi. Çıraklıktan. On bir yaşımdan beri çalışıyorum, yaşım kırk beş. Benim de çoluğum çocuğum var. Ekmek parası işte. Komserim, başkomserim, ben böyle işlere hiç girmezdim aslında... Dükkânımı mecburen kapadım yıllar önce, sonra anahtarcılığa başladım. İki çocuk var bende. Bu işlere girdiğime bin defa pişmanım, ekmek çarpsın...
Mustafa yine ağlamaya başlamıştı.
�Neyse, Allah kurtarsın seni Mustafa. Şu Tamer�i hemen buraya alalım bakalım.
Başımla Mert�e işaret çaktım ve devam ettim.
�Tamam, ben onunla bizzat konuşacağım. Bu önemli. Tamer�in adresini hemen söyle bana.
�Mecidiyeköy�de bizim sokağın az aşağısında yeri, bakkalın yanında...
�Mustafa?
�Buyur başkomserim.
�Bak, sen iyi bir adamsın. Bu işten en az zararla kurtulman için uğraşacağım. Çoluk çocuğunun hatırına. Ama bize daha fazla yardımcı olmalısın.
�Başkomserim, ne biliyosam anlatıyorum. Kuran musaf çarpsın ki o şeytanı çok az tanıyorum.
�Oğlum, hiç insan ortağının oturduğu yeri, annesini, akrabasını, arkadaşını bilmez mi?
�Arkadaşı yoktu ki onun komserim. Ben tanımadım, yani... Akrabalarını felan da mahsus söylemezmiş hergele, biliyonuz işte...
�Mustafa, şimdi hafızanı biraz zorlayalım, Geçen yaz sonu Tamer, Murat�ı sana getirdi ve tanıştırdı. Murat sana ilk olarak ne dedi?
�Valla, ilk gün sadece rakı içtik dükkânda, muhabbet ettik felan. Bana büyük bir şirket binasının kilit işini bağlıycağanı söyledi. �Zengin edicem seni� dedi. Biz de inandık be ağbi...
�Yaptığınız o resim işinde ve Sami Tuzcu olayında soygun planını beraber mi hazırladınız?
�Beni hiç sokmadı o işlere... Her iki işte de, evler, proceleri ve planı hazırlanmış dosya olarak geliyordu.
�Murat öyle çizim filan yapabilecek biri miydi?
�Yok be başkomserim, nerdee!... Hiç el yazısını görmedin galiba?. Okuma yazması anca vardı-yoktu işte...
�O zaman evlerin bilgilerini alıp, proje çizen birisine iş yaptırıyordu?...
�Bilmiyorum. Sanki bütün iş planlanmış olarak geliyordu.
Bu aşağılık Murat�ın işlerinde bir acayiplik vardı. Bunu şimdi iyice hisseder olmuştum. Ama arkasında kim olduğuna geçmeden önce, şu herifi yakalayıp içeri tıkmamız lâzımdı.
Ahh, onu elimizden nasıl da kaçırmıştık pisipisine...
Dokuz buçuk toplantısını yarıda kesmiştim. Toplantımızın bir bölümü, Sami Tuzcu cinayetinin ayyuka çıkmasını erteleme gayretleriyle geçmişti. Bu, gerçekten çok da zor bir şeydi ve daha ne kadar dayanabilirdik bilmiyordum.
Serdar�ı, Murat puştunun Dolapdere�deki evine yollamıştım. Mert ise, hemen şimdi Mecidiyeköy�e Tamer�i bulmaya gidecekti. Bu Şehr-i İstanbul�da, aranan bir insanı bulmak, ne yazık ki çok zor bir iştir. İnsan kayıtlarının bu kadar kötü tutulduğu bir ülkede, Allah yardımcımız olsun.
Sanki yukarıdan birisi �âmin� der gibi geldi bana...

33
ARZU
Gece, rüya bile görmeden, deliksiz uyumuşum. Sabah epeyce geç olmuştu. Normal hayatımda erken kalkan biriyimdir, bu yüzden yabancı bir evde, Caner�in yatağında, saat on buçuğa kadar uyumuş olmama kendim bile şaşırmıştım. Akşamdan kalmalık dedikleri bu olmalıydı; başımda hafif bir ağrı, kulaklarımda tuhaf bir basınç vardı.
Dün olanları hatırladığımda kendime yabancılaştım birden. Sıradan bir hayat yaşayan benim gibi birinin büyük bir hızla duvara tosladığı bir serüvenin içine dalmış olmasını aklım almıyordu şimdi. Başlangıçta herşey başkaydı ve birden istemediğim bir yolculuğa çıkmıştım. Bu, ben miydim? Hırsızların, polislerin dünyasına girmek bu kadar kolay mıydı?
Yatak odası çok hoştu; pırıltılı Hint-işi dokumadan yapılmış perdelerin ardında, kilisenin bahçesindeki ağaçları gördüm. Çok bakımlı eski büyük bir gardırop, pirinç başlıklı güzel bir karyola ve kabare sanatçılarının kulisteki giyinme masasına benzeyen aynası ışıklı bir tuvalet masası vardı odada...
Mutfağa girdiğimde Caner kahvaltı hazırlamaktaydı. Bütün evi çok hoş bir müzik sesi doldurmuştu, şimdilerde �cover�ları yapılan siyahî funk-soul sanatçılarından biriydi, Marvin Gaye, �What�s going on?� söylüyordu. Bir rahip olan babası tarafından esrarengiz bir şekilde öldürülmüş olduğunu hatırladım. Sebebi hiçbir zaman anlaşılamamıştı.
Önlük takmış ve dans ederek yumurta pişiren Caner�i görmek, beni çok neşelendirdi. Beni görünce toparlanıp, gülümsedi.
�Günaydın.
�Sana da günaydın, Arzu. İyi uyudun mu?
�Ehh, biraz acayip rüyalar gördüm, ama olur o kadar.
Rüya konusunu özellikle söylemiştim, �beni de gördün mü rüyanda?� diye sorar belki diye. Sormayınca devam ettim.
�Ne kadar çok uyumuşum. Neden uyandırmadın? İşlerine engel mi oldum yoksa?
�Yoo hayır, ben de dün yorulmuşum, kalktığımda dokuz buçuktu. Merkezde toplantı vardı bugün. Uyanır uyanmaz ben de katıldım tele-konferansla. Ancak toparlandım işte.
�Bir duş almak istiyorum, banyonu kullanmamın sakıncası var mı?
�Tabiî ki yok, oraya temiz havlu çıkardım. Şampuanlar rafta duruyor, kendine uygun olanını seç.
Salona şöyle bir göz attım. Herşey düzenli ve tertemizdi. Bekâr evi gibi bir yer değildi burası. Özenle seçilmiş olduğu belli olan antika eşyalar ve kaliteli mobilyalar, onun karakterine ilişkin bir sürü bilgi verdi bana... Güldüm. Dünya yüzünde olabilecek en tuhaf polise toslamıştım. Şansa bak...
Bana tahsis ettiği banyoya girip, uzun uzun duş aldım. Başıma gelmiş bütün belâlara karşın, kendimi cinsel olarak uyarılmış hissediyordum. Banyodan çıkınca, bütün vücudumu orada bulduğum bir nemlendiriciyle kremledim. Sonra havluyu vücuduma sarıp, öylece, yarı çıplak bir şekilde, mutfağa, Caner�in yanına gittim. Çok şık ve zengin bir kahvaltı masası hazırlanmıştı. Kendimi oldukça neşeli hissediyordum.
�Akşam için bana kızmadın değil, mi? Kafam çok karışmıştı da.
�Hayır, kızmadım, keyfine bak...
Birden, hep burada kalmak istediğimi hissettim. Onun yanında kendimi mutlu, huzurlu ve güvende hissediyordum.
�Caner, ben burada kalacaksam eğer, yanımda giyecek hiçbir şeyim yok. Bari evden kişisel eşyalarımı alsaydım.
�Gardırobun en alt çekmecesinde tişörtler var. Hepsi temizdir, kullanabilirsin. Bu durumda eve gitmen tedbirsizlik olur. Biraz sık dişini, olur mu?
Caner ne derse tamamdı benim için; yeter ki beni sevmeye devam etsindi.
�Hadi masaya geç, mamalar hazır. Çay mı kahve mi? Yoksa...
�Seni mi? Seni...
Kendimi tutamayıp, söylediğime kendim güldüm. Gerçekten de onu arzuluyordum. Caner beni duymazdan geldi yine, yarı çıplak bedenime bakmamaya çalışıyordu.
�Bakıyorum neşen yerinde. Ne güzel valla, sakın bozulmasın. Gülmek sana çok yakışıyor. Gerçi, ben senin ağlar halini daha çok gördüm ya.
Yüzümü şımarık çocuklar gibi buruşturdum.
�Artık daha fazla ağlamak istemiyorum.
�Çavdar ekmeği tercih eder misin? Bugün benim birkaç küçük işim var. Onları bir şekilde halletmem gerekiyor ama, seni evde yalnız bırakamam. Şimdi kahvaltımızı edelim, sonra bir şeyler düşünürüz.
Güzel bir kahvaltıdan sonra, tekrar banyoya dönüp dişlerimi fırçaladım. Üzerimi giyinip, hafif bir makyaj yaptım. Okul günlerimden belleğimde kalan bir argo deyiş aklıma geldi birden. Yüzümün kızardığını hissettim.
Tecavüz kaçınılmazsa eğer, durumdan zevk almaya bakmalısın.

34
CANER
Gece bir türlü doğru dürüst uyuyamadım. Kapıda tıkırtılar duyduğumu sandım uyandım. Telefon çaldı, fişten çekmek için kalktım, çişim geldi, susadım, içtim; tekrar tekrar uyandım.
Gece bir ara içeriye, Arzu�nun yattığı yatak odasına da uğradım. Muhteşem bir güzellikte, sere serpe uyuyordu. Sokağa bakan pencereden süzülüp içeri giren ışıkta, parıldayan uzun bacağı ve çarşafın kıvrımlarına yatmış memesi iç gıcıklayacak kadar tahrik ediciydi. Sıcak koynuna girmemek için insanüstü bir çaba sarf ettim. Yattığımda, heyecandan uykuya dalmakta güçlük çekince, banyoya kaçıp kendimi tatmin ettim.
Bu işten nasıl sıyrılacaktık acaba? O aşağılık herifin tehditlerini gerçekleştirebilecek güce sahip olduğunu sanmıyordum, ama yine de bu işler belli olmazdı.
Uyandığımda saat dokuz buçuğa geliyordu, hemen bilgisayarı ve kamerayı açıp merkeze bağlandım. Bizim takım oradaydı ve ne durumda olduklarının özetini veriyorlardı. Herifin kafesten kaçması, her bakımdan çok kötü olmuştu. Serdar ukalâsını hiç sevmesem de, anladığım kadarıyla bu firar onun değil Şef�in hatasıydı; tedbirsiz davranmıştı. Hatasız kul olmaz, kim olursan ol, her zaman doğru analiz yapıp doğru karar alamazsın. Yine de Şef, tanıdığım en akıllı polisti. Bu işe Nazım�ı da dahil etmesi iyi olmuştu. Doktor Nazım, bürodaki neredeyse tek samimî arkadaşımdı, hem çok iyi kalpli bir insandı, hem de işini iyi bilirdi.
Arzu, uyandığında saat on buçuk olmuş, benim de merkezle toplantım bitmişti. Yüzünde mahmur bir güzellikle mutfağa geldi. Ben o ara kahvaltıyı hazırlıyordum. Banyo yapmak istediğini söyledi, ona yolu gösterdim. On beş dakika sonra üzerinde sadece bir havluyla geldi mutfağa. Tahrik ediciydi.
Birbirimize gülümseyerek bakıştığımız, yumurtalı, kızarmış ekmekli ve meyveli zengin bir kahvaltı yaptık onunla diz dize. Hemen hemen hiç bir şey konuşmadık. Kahvaltıdan sonra gidip giyindi. Ben de masayı toplayıp, salona geçtim. Yapmam gereken işlerin notlarını alıyordum, o da gazete okuyordu.
Bir süre sonra, müzik bittiğinde, benimle konuşmak istedi.
�Caner, sen ne zaman boşandın?
�Evlenmiş olduğumu nereden anladın?
�Yatak odasındaki tuvalet masasından.
Yatağın karşısında, duvara dayalı duran ışıklı tuvalet masası, evlilik yıllarımdan kalan birkaç eşyadan biriydi. Eski karım, alıp götürmeye değer bulmamıştı onu. Arzu�nun dikkatini çekmişti demek. Sonra, başını kaldırıp tekrar sordu.
�Kaç yıl oldu peki boşanalı?
�Sekiz yıl.
�Ne oldu?
�Beni terk etti.
�Sebep?
Birlikte olduğum kadınlar mutlaka bunu sorarlardı, neden karım beni terk etmiş? Bir sakatlığım mı vardı, ağzım mı kokuyordu, penisim mi küçüktü, yoksa sakladığım kötü huylarım mı vardı?. Sorusunu bıkkın bir sesle cevapladım.
�Çünkü ben, hayatta başarısız bir adamdım. Bundan daha önemli bir terk edilme sebebi olur mu?
�Senin başarısız bir polis olduğuna inanmıyorum. Şimdi zaten değilsin de. O zaman ne olmuştu?
�O zamanlar, henüz Cinayet Masası�nda görevli değildim. Narkotik Şube�deydim.
�Bunu bilmiyordum.
�Evet, akademiden mezun olduğumda, tipim itibarîyle, o bölüme girdim. Narkotikçiler, façası düzgün, şehirli polis adayları içinden seçilir. Ben, o bölümde başarısız oldum, bu kadar basit...
�Buna inanmamı beklemiyorsun herhâlde. Şaka yapıyorsun.
Artık sıkılmıştım. Hayatımın bu bölümünü düşünmekten de, bana bu konuda soru sorulmasından da çok sıkılmıştım.
�Yoo yapmıyorum. Ben esasında polislik yapamayacak biriyim, sorun bu. Arzu, soru sorma bana, başka zaman anlatırım. Hayatımın çok kötü geçmiş olduğunu bil, bu yeter. Benim sana sormam gereken bir sürü şey var, Murat ile ilgili soruşturmanın çok acil sonuçlanması ve seni yeniden sorgulamam gerekiyor.
�Benim bildiğim başka bir şey yok ki.
�Sana öyle geliyordur.
�Nasıl yani?
�Önemli olduğunu düşünmediğin birçok bilgiye sahip olabilirsin yani.
�Benim Murat hakkında bildiklerim, gerçekten önem taşıyan şeyler değil.
Saate baktım. Yeniden başlamanın zamanı gelmişti aslında. Koltukta doğruldum ve önümdeki bloknotta yeni beyaz bir sayfaya geçtim.
�Bana ilk gecenizi anlatır mısın?
�Saçmalama, Caner. Bunun konuyla bir ilgisi yok.
�Bak Arzu, esas saçmalayan sensin. Burada gözaltında bir sanıksın sen. Bunun bilincinde olman gerekiyor önce. Neyin önemli olup olmadığını da bilemezsin, özellikle Murat�ın psikolojik rahatsızlıkları konusunda.
�Neymiş psikolojik rahatsızlıkları?
Birden sinirlenip parladım.
�Sana ne yahu! Sen işin o kısmını bırak, soru da sorma!... Bak Arzu, senin şunun farkında olmanı istiyorum, ben şu anda senin arkadaşın filan değilim, ortada çok ciddi ve tehlikeli bir sorun var ve ben bu işi çözmek zorunda olan bir polisim, sen de bir cinayet yardakçısısın, anlıyor musun? Lütfen olayın ciddiyetini kavra artık!
Arzu, cevap veremedi, başını öne eğdi. Israrıma daha fazla direnmesi mümkün görünmüyordu.
�Anlat şimdi...
Anlatmak zorundaydı ve anlatacaktı da...

35
SERDAR
Murat Gümüşlü�nün resmî ikamet adresi, Dolapdere�de berbat bir sokaktaydı. Saat on bir olmuştu, aceleyle sokak numaralarına bakıp, üç katlı köhnemiş evin kapısını çaldım. İçeriden ses gelmeyince zile tekrar bastım. Nihayet biraz sonra içeriden ayak sesleri duyuldu, üç-dört yaşlarında şopar yüzlü bir oğlan çocuğu kapıyı zorlukla açtı. Ona, annesini çağırmasını söyledim. Yaramaz velet yüzüme dik dik baktı. Karşısında bir yabancı görmekten rahatsız olacak bir tip değildi. Arkasını dönüp, evin içine doğru avazı çıktığı kadar bağırdı.
�Annee!!...
İçeriden annesi çıkageldi. Çok genç yaşta evlenmiş olmalı diye düşündüm. Önüne bağlamış olduğu kir içindeki önlüğe, ıslak ellerini kurulamaktaydı.
�Buyrun kimi aramıştınız?
�Nigâr Gümüşlü�yü aradım.
Çıkarıp polis rozetimi gösterdim.
�İstanbul Emniyet�ten, komiser yardımcısı Serdar.
Taşralı kadınlar, rütbeli polislere bayılırlar. Doğrusu ben de terfi aldıktan sonra polis kimliğimi daha çok kullanır olmuştum. Bekârdım, güzel ve namuslu bir kız bulup, bir an önce evlenip aile sahibi olmak istiyordum. Emniyette bekâr olmak makbul değildi; ailesi olan polisler daha hızlı yükseliyorlardı.
Genç kadın, işveli bir tavırla göz süzdü.
�Onlar burda oturmuyorlar. Biz taşındığımızda başka eve çıkmışlardı.
�Ne zamandı bu?
�Valla, biz taşınalı üç-dört yıl oldu.
�Siz gelmeden önce oturanları hiç tanımadınız mı?
�Annem, Nigâr Hanım teyzeyi tanıyordu, ama onu da geçen yıl kaybettik.
�Başınız sağ olsun.
Bir yıl gecikmeli de olsa, kibar olmak iyi bir şeydir. Başını zarifçe yana kırıp, sessizce teşekkür etti.
�Evet. Ben onları yalnızca bir defa gördüm, kızı da o sırada evlenmek üzereydi, düğünü olacaktı. Annemle buraya geldiydik.
�Esasında biz Nigâr Hanım�ın oğlunu arıyoruz.
�Onu hiç görmedim. Belki muhtar bey size yardımcı olur. Biliyorsunuz değil mi yerini? Hemen şurada, yan sokakta...
Sokağın solundaki aralığı eliyle işaret etti. Gösterdiği yere bakıp, kafamı salladım.
�Tamam, bulurum. Çok teşekkürler.
Muhtarın bu konuda daha çok şey bilebileceğini düşünmüştüm. Gitmek üzere geri dönüp bir iki adım atmıştım ki, arkamdan kapıyı kapatmak üzere olan genç kadının seslendiğini duydum.
�Bir dakika, bir dakika.
Geriye dönüp, yanına yaklaştım.
�Evet?
�Murat�tı değil mi Nigâr Hanım�ın oğlu?... Ya, o çocuk sonra benim bu sokakta tanıdığım bir kıznan sözlendiydi. Unutmuşum onu. Kızın adı Yasemin�di. Çok güzel bir kızdı. Biz buraya gelmeden önce Murat�la flört etmeye başlamışlar. Sonra biz geldik, onlar taşındı, ben Yasemin�le arkadaş oldum. Birkaç ay sonra o kız kayboldu, hatta annesi babası Murat�ın kaçırdığını sandılar onu.
Anlattıklarına şaşırmıştım.
�Murat kaçırmamış mı onu peki?
�Yoo hayır. Galiba Murat o sırada başka şehirdeymiş, o da çok üzüldü, ağladıydı. Ne olduğu ortaya çıkmadı. Zavallı kızın başına ne geldiğini kimse anlamadı.
�Yasemin�lerin evi nerde?
�Onlar şu ilerdeki pembe evde otururlardı, ama o olaydan sonra gittiler. Bir daha onları hiç görmedim.
�Yaseminlerin soyadını hatırlıyor musun?
�Tahinci. Ya da Tahinciler olabilir. Valla unutmuşum, çok zaman oldu. Annesinin ismi Mübeccel�di galiba. Yoksa Muzaffer miydi?.
�Biraz düşünseniz. Ben sizi bir kahve içmeye davet etsem, bana biraz zaman ayırsanız...
�Yok, ben çıkamam şimdi...
Haylaz velet, annesinin şalvarlı bacak arasına girip mızıldanmaya başlamıştı bile. Kadının blûzunu çekiştirip duruyordu.
�Çocuk var, siz gelin içeri, çay ikram edeyim. Zaten bundan fazla bir şey de bilmiyorum.
Beni içeriye, mutfağına buyur etti. Oradaki küçük bir masaya oturduk. Köhnemiş bir çaydanlıktan iki bardak çay doldurup, getirdi.
�Yaa ben şu kaybolan Yasemin�in, erkek arkadaşı Murat ile ilgili söylediği şeyleri merak ediyorum. Mutlaka bir şeyler hatırlarsınız. Özür dilerim, isminiz neydi?
�Hatice.
�Hatice, güzel isim. Memnun oldum.
�Yaa, Komiser Bey, çok zaman oldu, hakikaten aklımda bir şey kalmamış, Yasemin�le çok yakın da değildik ki. Komşuluk işte... Benden üç-dört yaş büyüktü.
�Okula gidiyor muydun?
�Liseyi terk etmiştim o zamanlar. Daha yeni evlenmiştim ve oğlanı doğurmuştum. Babam beni, on sekizime basmadan, yaşımı büyütüp evlendirdi. Yasemin okulu bitirmiş, sekreterlik kursundan da mezun olmuştu. Büyük bir şirkette çalışıyordu galiba...
�Ne olarak?
�Ünlü bir iş adamının sekreteriydi o zamanlar. Dedim ya çok güzel bir kızdı, bütün mahallenin erkekleri peşinden koşardı. Murat onu nasıl tavlamış bilmiyorum, ama kız âşık olmuştu...
Hafızasını zorladı, ama daha fazla bir şey çıkmadı.
�Bir şeyler anlatıyordu işte...
�Murat�ı da hiç görmediniz mi?
Yine yüzünü buruşturup düşündü.
�Bir defa görmüştüm, ama tipini bile hatırlamıyorum.
Daha fazla bir şey konuşmadan dudağını büktü. Çayımdan bir yudum daha alıp biraz daha bekledim. Hatice, daha fazla bir şey hatırlayamıyordu. Ayağa kalkıp ona kartımı uzattım.
�Onunla ya da Yasemin�le ilgili bir şey aklınıza gelirse, beni bu numaradan arar mısınız?
�Tamam, Komiser Bey.
�Çay için çok teşekkürler.
Elini sıkıp kapıya doğru yöneldim. Peşimden kibarca mırıldandı.
�Afiyet olsun.
Peşinde olduğumuz şerefsiz herif, o zavallı kıza ne yapmıştı acaba? Kerhaneye mi satmıştı yoksa...
Yoksa öldürmüş müydü onu?...


36
MERT
Mecidiyeköy�de, dün akşam operasyon yapmış olduğumuz Mustafa�nın evinin az ötesinde park edip, tarifini aldığım marangozhaneye doğru yürüdüm. Pencereden bozma basamaklı girişten, binanın bodrumundaki küçük atölyeye indim. Planyanın başında iki genç adam keresteleri doğruyordu. Yaşça daha büyük, sakallı olan, içeri girdiğimi görünce bana doğru baktı.
Murat Gümüşlü�yü çilingir Mustafa�ya tanıştıran marangoz Tamer, bu olmalıydı.
�Kolay gelsin.
�Sağol ağbi. Buyur. Kimi aramıştın?
�Tamer usta ile görüşecektim.
�Benim.
�Ben Emniyet�tenim. Komiser Mert Yazıcıoğlu.
Polis rozetimi gösterdim.
�Buraya bir arkadaşını sormaya geldim, Murat Gümüşlü.
�Tanımıyorum komiserim. Nerden bu arkadaş?
�Anahtarcı Mustafa�ya onu sen tanıştırmışsın. Bu mahalleden değil, Beyoğlu�ndan. Hani uzun boylu esmer bir tip.
Murat�ın, kimliğinden büyütüp çoğaltılmış, vesikalık resmini gösterdim.
�Haa tamam, bizim Murat ağbi bu ya... Soyadını bilmiyodum. Yıllar önce bana iş yaptırmıştı, ordan tanıdım. Sonra görüşmedik pek.
�Ne işiydi?
�Yaa bir gardolap yapmıştım ona, yatak ve bir de etajer...
�Evine mi taktın?
�Yok, nişanlısının evine. Evleneceklerdi o zaman.
�Ne zamandı bu?
�Valla, iki yıl falan olmuştur herhâlde.
�Hatırlıyor musun ev neredeydi? Kızın adı neydi?
�Ağbi eski defterlere bakmam lâzım be. O ara işler çoktu biliyor musun?
Yerdeki kalaslardan birini, yanındaki çırağı yardımıyla kaldırıp, planyanın üzerine yerleştirdi. Bana tekrar bakıp, yana döndü. Karşısına doğru ilerleyip, onu sıkıştırmaya başladım.
�Hemen bakabilir misin? Rica etsem.
�Çok mu önemli? Ne yapmış bu Murat ya?
�Bir hırsızlıktan arıyoruz onu...
�Yaa. Ağbi zaten onda garip bir durum vardı. Benim eski defterde olabilir adresi, atmadıysam tabiî. Evde bir bakayım da sizi arayayım komiserim, olur mu?
�Yalnız bu çok acil bir durum, hemen lâzım. Kızın adını hatırlıyor musun?
�Yok ağbi be, ama defterde yazılıydı galiba.
�Kızı görmüş müydün peki?
�Evet, güzel bir kızdı, biz montajı yaparken o işten çıkıp geldiydi.
�Evde başka kimse yok muydu? Kızın ailesi filan.
�Bilmiyorum ağbi be. Yalnız kız çok güzeldi, çakır gözlü ve şık giyimli. Yani o hırsız Murat onu nerden arakladıysa...
�Onun hırsız olduğunu baştan anlamış mıydın?
Biraz durakladıktan sonra beni cevapladı.
�Yok ağbi, sonra geçen sene o Murat, bir şekilde yeniden çıktı geldi dükkâna. Bana bir çilingir lâzım dedi. Ben de Mustafa�ya götürdüm onu.
�Eee? Şüphelendin ha?
�Evet, doğrusu biraz garipti. Ama garip olan şeyin ne olduğunu hatırlayamadım.
�Bak, Tamer. Bu iş önemli, şu benim kartımı al. Şimdi eve git ve şu defterini bul, biraz da hafızanı zorla. Beni aramazsan iki saat sonra ben arayacağım. Telefon numaranı da ver bana.
�Komserim, yetiştirmem gereken işler var be...
Bu tip adamlar kurnaz ve açgözlü olduklarından, ancak para karşılığı iyilik yaparlar, istersen savcı ol, polis ol...
�İşi gücü bırak şimdi. Bana vereceğin işe yarar her bilgi için, sana bir yüzlük çalışacak. Anlaştık mı?
�Anlaştık ağbi.
�Yalnız elini çabuk tut.
Oradan ayrılıp merkeze dönerken, belki de Murat denen herife eski sevgilisi vasıtasıyla ulaşabileceğimizi düşündüm.
İnsanın geçmişi, kurşun kalemle yazılmış bir hatıra defteri falan değildir; bir lâstik silgiyle tüm olan biteni silemezsin tabiî ki...

37
MURAT
Zülfü�yü yolcu eder etmez, silah bulmak için Kasımpaşa�daki adamımı aradım. Onu yıllardan beri tanıyordum. Aslında sadece silah değil, her çeşit uyuşturucu ve uyarıcı madde satıcısıydı. Ben de zaman zaman iyi mal geldiğinde, esrar alıyordum ondan. Torbacımdı yani.
İstanbul�da torbacılık çok yaygın bir meslektir, işi olmayan ve cigaralık içmeyi seven herkes kolaylıkla yapabilir. Şahsen ben de bir dönem yapmıştım o işi. Bir kaç racon bildin mi sorun yoktur, zaten sen de içtiğin için, kimlerin kullandığını bilirsin. Müşteri portföyünü geliştirmek için de, çevrendeki arkadaşlarını ve tanıdıklarını alıştırırsın esrara...
Ne var bunda oğlum, ayıp bir şey mi?
Esrar güzel şeydir, herkes içer zaten. Esas para kazanmak için eroin, ekstasi, kokain, mantar gibi sert şeyler satman lâzımdır ki, zaten bir süre sonra onların müşterisi de kendiliğinden gelmeye başlar. Vallaha, bir torbacının başının Narkotik�le derde girmesi ihtimali, bir iş adamının başının Maliye�yle belâya girmesi ihtimalinden daha fazla değildir. Bölge dağıtıcıları, bazı narkotikçi polislerle iş birliği yaparlar. Bu iş, bütün dünyada böyledir.
Neyse, torbacı Hayati�yi telefonla aradığımda, kahvede okey oynamaktaydı, istediğim makinayı söyledim. �Bakalım ağbi, bu ara piyasada öyle düzgün bir şey pek yok, ben bir kolaçan edip seni arayayım� dedi.
Birkaç saat sonra, ben ayak tırnaklarımı keserken aradı, �tamam� dedi. Demokrasi Parkı�nın Maçka kapısının orada buluşacaktık. Parayı söyledi, çok buldum, pazarlık ettik, antant kaldık.
Evden çıkmadan önce, bir şeyler atıştırdım. Kan oturmuş ve yer yer kabuk bağlamış yaralarla dolu bileklerime pansuman yapıp, gazlı bezle güzelce sardım. Bir yandan da, makinayı kuşandıktan sonra neler yapacağımı düşünüyordum.
Arabam da �Joy Bar�ın oradaki otoparkta kalmıştı. Kafam karışık olduğundan aklımdan da çıkmıştı doğrusu. Üzerime kayıtlı değildi, bu yüzden bulmuş olmalarından endişe duymuyordum. Kimin olduğunu nasıl anlayacaklardı? Büyük ihtimalle, otoparkta araba aramak akıllarına gelmemiştir. Anahtarını oradaki kâhyaya bırakmış olduğum için, ceket cebimde bulamamışlardı dün gece. Öncelikli işlerimi hallettikten sonra, oraya da bir baksam iyi olacaktı.
Parkın bankında oturup gazete okudum bir süre. Parkları çok sevdiğimden, buraya erken gelmiştim. İlk gençlik yıllarımda, Fındıklı Parkı�ndaki balıkçı barınağında geçirdiğim geceler geldi aklıma. Babam olacak o aşağılık herifin beni dövüp evden kapı dışarı ettiği gecelerde, orada çok yatmışlığım vardı. Yaz geceleri sorun olmazdı, mangalda balık yapılır, köpek öldüren içilir, üstüne de tatlı niyetine ot çekilirdi. Banklardan birine kıvrıldın mı, oo-oh, üzerine bir şey almaya bile gerek olmazdı.
Çok ayaz yapmış bir kasım sonunda, babam evde büyük çıngar çıkarmış, orospulukla suçladığı anamı feci şekilde dövmüş, ablamı ise altına kaçırtacak kadar korkutmuştu. Ben, on beş-on altı yaşında falandım. Anamı kurtarmak için mutfaktan kaptığım bıçakla üzerine yürümüştüm onun. Babam, goril gibi bir yaratıktı, elleri kesilme pahasına, bıçağı elimden almıştı. Sonra bayıltana kadar dövdü beni tabiî. Dövmekle de yetinmeyip, evden dışarı attı.
Üzerimde fanilâ üzerine giyilmiş bir svetşörtten başka bir şey yoktu. Balıkçı barınağına gittim, orada da işler kesattı. Üç kişi, toplam sekiz-dokuz metrekare bir kulübede ispirto içip, salyaları aka aka muhabbet ediyordu. Dışarda yanan ateşi devam ettirecek bir tek kurumuş dal bile kalmamıştı çevrede.
O gece, hayatımın en kötü gecesiydi. O kadar soğuktu ki, üzerime koyduğum kat kat gazetelerle bile, bankın üzerinde birkaç saat yatabilmek mümkün olmadı. Barınağın içine girebilmek için, o Allah�ın belâsı dişsiz moruğa yalvarmak zorunda kaldım.
Sonra... Sakın haa... Sakın getirme aklına onları!...
O tıynetsiz puştların beni acımasızca tezgâhtan geçirdikleri korkunç geceden sonra, bir daha Fındıklı�daki balıkçı barınağına hiç gitmedim. Ama ne yalan söyleyeyim, başka parkları çok severim yine de. Gazeteyi okumaya geri döndükten az sonra bana doğru yaklaşmakta olan Hayati�yi gördüm, selâmlaştık. Banka, yanıma oturdu.
�Merhaba canım.
�Hidayet, değil mi? Tanıyorum seni de ismini unutmuşum demek.
Ondan ot aldığım zamanlarda da, gerçek ismimi asla vermezdim. Şimdi de yeni kimliğimdeki ismi söylemiştim. Ne olur ne olmaz, neler yaşadık biz...
�Evet, doğru adres.
Hayati, cebinden katlanmış bir gazete çıkarırdı. İçinde ağır bir şeyler vardı.
�Makina burda. Tertemiz bir Brovning. Dokuz milimetre. On dörtlü, yedek şarjörü de var.
�Yedi altmış beşlik bir şey yok muydu?
En çok rahat ettiğim silahın bu kalibrede olduğunu o da anlamıştı, ama bulamamıştı işte. Elde ne varsa onunla idare edecektim.
�Neyse, temiz olduğundan eminsin, değil mi?
�Sıfır bu ağbi, hiç kullanılmamış. Namluya bakınca anlayacaksın. Ben durumu anladım, merak etme.
�Tamam, parayı al. Ya nohutlar?
�İki kutu getirdim. Yirmi beşlik paketler. Paraya dahildir, konuştuğumuz gibi.
�Tamam, parayı say, ben de makinaya bakayım.
Çaktırmadan, gazete kâğıdının arasından silaha baktım. Sonra elimle kabzasını kavradım, gözümün önüne beynini uçuracağım aynasızlar geldi. Caner Üsküdarlı denen herifin tarafımca dağıtılmış suratı ise, gözümün önüne gelmedi bir türlü...
Çünkü onun nasıl biri olduğunu henüz bilmiyordum.

38
ARZU
Caner�in Narkotik Şube�de geçirmiş olduğu korkunç günler ve onu büyük yıkıma uğratmış olduğunu anlamış olduğum başarısız evliliği, beni gerçekten üzmüştü. Ama böylesine zengin akla sahip birinin başarısızlığını anlayamıyordum. Murat�la geçirmiş olduğumuz ilk gecenin ve onunla yaptığımız ipe sapa gelmez sohbetlerin, Caner için neden önemli olduğunu da hiç anlamamıştım doğrusu. Yine de, buradaki konumumu düşünüp, benden istenen bütün konuları ayrıntısıyla anlatmaya karar vermiştim.
�Peki, sormak istediklerini sor, hepsini anlatacağım.
�İlk geceden başlayalım o zaman, biraz hafızanı zorlayacağız. Murat efendi gelmiş, seni almış ve Soleil lokantasına götürmüştü.
�Neden illâki o geceyi soruyorsun?
�Çünkü Murat o zaman, seninle kurmak istediği ilişkisini sürdürüp sürdürmeyeceğini henüz bilmiyordu. Konuşurken tedbirsiz davranıp, ağzından bir şeyler kaçırmıştır büyük olasılıkla...
Söyledikleri mantıklıydı. Bu yüzden direnmeyi bırakıp, anlatmaya başladım.
� O gece saat sekizde Murat beni atölyeden aldı.
�Neyle aldı, arabasıyla mı?
�Evet, spor bir Honda�yla.
�Otomobile meraklı mıdır?
�Evet, çok.
�Hâlâ o Honda�yı mı kullanıyor?
�Yok değiştirdi, daha geçen ay, yeni bir araba aldı. Yine spor bir model, siyah, iki kişilik bir BMW.
�Vay canına!... Nerede bu araba şimdi?
�Bilmem ki...
�Neyse, sen anlatmaya devam et. Araba işine biraz sonra bakarız.
�Sonra, boğazdaki o çok lüks lokantaya gittik işte. Murat�ın gösterişi çok sevdiğini, ilk defa o gece anlamıştım. Mumlarla ve çiçeklerle bezenmiş, gümüş çatal-bıçaklar ile kaliteli porselen yemek takımlarının konduğu beyaz örtülü masamıza geçip oturduk. Murat o gece çok şık giyinmişti, menü listelerine bakarken, kibar bir sesle sormuştu.
�Sana yaptığım teklifi düşündün mü?
�Henüz fırsatım olmadı. Murat Bey, sizin işiniz bu mu? Yani resim ticareti mi yaparsınız?
Yüzünde çapkın bir ifadeyle, masanın üzerinde duran elimi tuttu. Sonra çok derinden bir ses tonuyla devam etti.
�Şu sizli-bizli konuşmaları bu akşam bir kenara bıraksak diyorum. Öyle hanımlı-beyli de olmayacak.
Elimi çekmedim. Benim de içimde biraz -nasıl söylesem- romantik bir eğilim vardı. Hiç duraklamadan yanıtladım onu.
�Tamam, nasıl istersen. Ne iş yaparsın, Murat?
�Ticaretle uğraşıyorum. O işte bir ortağım var. Arada müteahhitlik işi yaptığımız bir ortağım daha var. O şu anda başka şehirde.
�Ne ticareti yapıyorsunuz?
�İnşaat malzemeleri filan işte.
�İş yeriniz nerede?
�Mecidiyeköy�de
�Yani aslında resim işi yapmıyorsunuz.
�Yoo, hayır. Bu işte bir arkadaşıma yardımcı oluyorum. Sana söyledim ya. Başı sıkışan arkadaşlarıma yardım ederim.
�Ne güzel. Erkek mi, kadın mı?
�Kim?
�O yardım ettiğin arkadaşın.
�Ha, erkek yaa... Okuldan arkadaşım. Onu çok seyrek görürüm. İşi düşünce aradı.
�Hangi okuldansın?
�Şişli Lisesi�nden. Paspal bir okuldu aslında, ama iyi arkadaşlarım vardı.
�Kaç doğumlusun?
�Yetmişliyim ya sen?
�Hatunların yaşı sorulmaz. Benim de akademide, oradan mezun bir kız vardı. Kadriye. Ama o senden küçük dönemdir. Üniversite okudun mu?
�İktisat Fakültesini kazandım o yıl, ama sonra bitiremedim. İş güç falan. Bu arada, senin bir sevgilin filan yok değil mi?
Ona şaka yapasım tuttu.
�Evliyim ben.
�Gerçekten mi?
Aslında, erkeklere ne zaman bu şakayı yapsam, çiçeğe hücum eden bal arısına dönüşürlerdi. Başka erkeğin kadını olmak, bir erkek için en cazip kadın olmaktı herhâlde, sorumluluk yok, vıdı-vıdı yok, para isteyen yok, kapris yok, dert yok, tasa yok, belâ yok. Oo-ohh, bundan iyisi, şamda kayısı...
�Şaka şaka. Evli olsam seninle burada işim ne? Ya sen?
�Ben de hiç evlenmedim.
�Çok sevgilin oldu mu?
�Çok değil. Bir kez nişanlandım sadece. Epey oldu.
�Yaa. Nasıl biriydi?
Murat birden konuşmayı kesip, eliyle işaret ederek garsona seslendi.
�Garson bey, bakar mısınız? Sipariş vermek istiyoruz.
Garson yanımıza gelince, kibarca bana doğru döndü.
�İstersen önce aperatif bir şeyler söyleyelim. İçerken karar veririz.
Yemeğin bundan sonraki bölümünde, kayda değer bir konuşma olmadığını söyledim Caner�e. Sadece yüzüme bakmakla yetindi.
�Biraz bekle. Merkeze bazı bilgiler geçeceğim.
Sonra Nazım diye birini arayıp, ona araştırılmak üzere, Murat�la ilgili okul ve dönem bilgilerini söyledi, başka bir şeyler sordu filan. Ben anlatırken Caner, kucağındaki bilgisayara hızlı hızlı bazı notlar alıyordu. Murat ile ilk gecemizin sonraki bölümünü anlatmak istemiyordum aslında. Çünkü onunla gereksiz yere yatmış ve ilişkinin yön değiştirmesine neden olmuştum. Zayıflıklarım yüzünden başıma gelenler için çok pişman olmuştum, ama bu saatten sonra faydası yoktu.
�Peki Arzu, gecenin geri kalan kısmını senden daha sonra da duysam olur. Şimdi senden Murat�ın hayatında gördüğün ve duyduğun başka şeyleri de anlatmanı istiyorum.
Caner, bu gece bilgiye doymaz olmuştu. Bütün gün bunu konuşacak değildim ya.
�Bana çoğunlukla anlamlı şeyler anlatmadı. Anlattıysa da ben hatırlamıyorum.
�Bir erkek cazibeli görünmek ve kendisine talep olduğunu göstermek için, işin başlarında eski sevgililerini anlatır genellikle. Murat sana kadınları anlatmadı mı?
�Hayır.
�Sen de sormadın yani?... Onun daha önceki ilişkilerini sormadın mı? Bana her şeyi sordun da, Murat�a �evli misin, nişanlı mısın, sevgilin var mı� diye sormadın mı?
Düşünmeye çalıştım. Caner beni sıkıştırdıkça, hafızam kötüleşir olmuştu.
�Sormuştum galiba. O anda hayatında bir kadının olmadığını, geçmişin ise önemli olmadığını söyledi. Biz bugüne ve yarına bakmalıymışız.
�Yok yaa...
Caner, birdenbire sinirlenip, bana bağırmaya başladı.
�Peki Arzu, bu adamla aylar boyunca ne konuştunuz, Allah aşkına?!
Bana söylediklerini düşününce ona hak vermiyor değildim, ama sıkıntım şuydu ki, Murat, gerçekten her şeyi paranoya derecesinde gizli tutan birisiydi. Ben daha ağzımı bile açamadan, Caner konuşmasını bütün öfkesiyle sürdürdü.
�Sadece, Sami Tuzcu�nun evinin nerede olduğunu, kasasında neler olduğunu anlattın ve seks yaptınız yani, hepsi bu mu?!
Tam yanıtlamaya çalışacakken, daha da yüksek sesle bağırdı.
�Buna inanmamı mı bekliyorsun benden?!
Kolumdan kavrayıp, beni sertçe kendine doğru çekti. Bileğim kırılacak gibi oldu.
�Canımı acıtıyorsun.
�Tamam, seni bırakıyorum. Gelip alsınlar ve ne yaparlarsa yapsınlar. Seninle uğraşamıycam.
Gidip, pencere önündeki koltuğa oturdu. Sinir içinde dışarıyı seyrediyordu. Onu sinirlendirmek hiç istemiyordum. Yanına gittim, oturdum. Başımı omzuna dayayıp, biraz sakinleştirmek umuduyla ellerini okşamaya başladım.
�Caner, neden kızdığını anlayamadım. Gerçekten de Murat kadınları pek anlatmadı bana. Onunla bir sürü şey konuştuk. Meselâ siyaset... Hatta onun tuhaf bir telefon konuşmasına bile kulak misafiri olmuştum.
Caner birden canlandı, ellerimi kavrayıp sıktı.
�Ne duruyorsun? Anlatsana o zaman.
�Murat, ırkçı görüşlere sahipti. Ve bir adamla, ya da örgütle bağlantısı vardı. Bunları gizli tutmaya çalışıyor ve benimle sadece ılıman milliyetçi görüşleri olan biri gibi konuşuyordu. Çıkmaya başladığımızın ilk aylarında, bu söylediğim telefon geldi.
�Ne diyordu?
�Son derecede garip bir konuşmaydı.
Haziran filandı. Murat, benim evin salonunda, kanepede gazete okuyordu. İçeri girdiğimde doğrulup gazeteyi sehpaya bırakmıştı.
�Çay ya da kahve ister misin?
�Yok canım, teşekkür ederim.
O sırada, Murat�ın cep telefonu çalmaya başladı. Telefonun ekranına bakıp, rahatsızlık duydu. Ayağa kalkıp, balkonun yanına gitti ve orada açtı telefonu.
�Efendim? Yok hayır, bu aralar iş yapmıyorum biliyorsun. Ermeni miymiş? Yaa, ben sana söylüyordum, o adamda bir cinslik var diye. Ee ne olacak şimdi? Biliyorsun, ben geçen sene çok acayip işler yaşadım.
Konuşmanın bir bölümünü dinleyememiştim, çünkü kısık sesle konuşup, salonun diğer ucuna gitmişti.
�En son resim işini yapmıştım. Hani tablo, ressam falan...
Göz ucuyla bana bakıp, iyice kapanıyordu köşeye. Birlikte yapmış olduğumuz o resim işiyle ilgili, duyamadığım bir şeyler konuştuktan sonra, benim varlığımı ve nerede olduğunu unutup, yüksek sesle bağırmaya başlamıştı.
�Patron, daha n�apayım yaa!... Dünyanın parasını kazandırdım size. Yok estağfurullah, sesimi falan yükseltmiyorum da, bu temizleme işini sen Muhittin�e ihale etsen daha iyi olmaz mı?
Ne kadar garip bir konuydu. Arada Ermeni, Yahudi gibi kelimeler duyuyordum, kesik kesik. Sonra, benim onu dinliyor olduğumun farkına vardı.
�Neyse, müsait değilim şimdi, akşama ararım.
Murat, telefonda konuşurken kendini izlediğimi ve dinlediğimi anlamıştı. Konuşması bitince bana baktı, bir şey izah edecekmiş gibi, yanıma yaklaştı. Sonra ne düşündüyse, bundan vazgeçip, gazeteyi tekrar eline alıp, okumaya başladı. Bunu hatırlıyorum, çünkü çok garip ve korkutucu gelmişti bana.
Caner, beni dikkatle dinlemekteydi. Konuşmamı bitirince, bir süre suskun kaldı.
�Sonra?...
�Sonrası yok, ben merak ettim, neler olduğunu sordum, her zamanki gibi bir şey söylemedi. Sadece...
�Sadece ne?
�O Ermeni kimmiş?' diye sorunca, �bizim çocuklardan biri dönmeymiş� diye cevapladı. �Nasıl yani?� dedim. �Boş ver� dedi, �burası Türkiye, kimin ne olduğu belli değil� gibi garip bir cevap aldım. Hepsi bu...
�Bir şey dikkatimi çekti, resim işindeki parayla ilgili konuşmasında, neden bahsettiğini anlamıştın, değil mi? Murat ile hiç para işi konuşmaz mıydınız?
�Bir iki defa konuştuk. Murat�ın öyle bir sorunu yoktu, para hep bir yerlerden geliyordu, bu yüzden gündemde değildi hiç. Yalnız o resim işinden ne kadar kaldığını biliyorum Murat�a. Bir defasında, daha doğrusu o işten parayı tahsil etmesinden sonra, bu parayı ne yaptığını sordum. Çünkü epeyce yüksek bir rakamdı.
�Ne kadardı?
�İkiyüzbin dolar filan.
�Vay vay vay. Beş-on resim bu kadar tutar mı yahu?
�Beş-on olur mu? Yetmiş parçadan fazlaydı koleksiyon. Neyse, bunu sorduğumda bana.
�Ne dedi? Çok merak ettim.
�Daha önce söylemiş olduğu gibi, o parayı ailesinin koleksiyonunu el altından satan arkadaşına göndermiş olduğunu söyledi.
�İnandın mı ona?
�Valla inandım, çünkü paranın tamamını bir banka havalesiyle gönderdi, dekontu tesadüfen işteki masasının üzerinde gördüm.
�Ciddi mi söylüyorsun? Üzerindeki ismi gördün mü peki?
�Yok, valla dikkat etmemişim.
�Hatırlamaya çalış.
�Gerçekten hatırlamama imkân yok, çünkü ismi okumadım.
�Peki, neresini okudun da, o parayı gönderdiğini anladın?
�Miktarını gördüm.
�Dolar mıydı?
�Hayır, Türk Lirası. Zaten dolar konuştuğuma bakma, Murat satışları dolar konuştu, ama tahsilâtları Türk Lirası yapmıştı. Tahsilâtlar diyorum, çünkü yedi ayrı galericiye sattı tabloları. Yoo, pardon ikisi müzayedeciydi. Yaa işte, çok da detayını bilmiyorum o işin...
�Sen satmamış mıydın o resimleri?
�Yok, ben sadece, o resimleri satın alabilecek adamlarla tanıştırdım Murat�ı. Bir de ekspertiz ve evraklarında yardımcı oldum. İşin esas noktası oydu, sertifikası olmadan bir resmi çok zor satarsın.
�Peki, dekontun üzerindeki meblâğdan anladın ilişkiyi diyelim, ya kimin kime gönderdiğini bilmediğin bir evrak üzerinde nasıl bir yorum yapabildin? Kendi hesapları arasında virman yapmış da olabilirdi.
�Galiba dekontun üzerinde başka bir isim gördüm de, aklımda kalmadı. Ama...
�Ama ne?
�Tamam, ismi hatırlamadım ama, gittiği banka şubesinin hangi şehirde olduğunu hatırladım.
�Hangi şehir?
�Bursa�da...
Caner birdenbire çok heyecanlandı. �İşte belki de araştırmamız gereken şey bu� diye fısıldadı, kendi kendine konuşur gibi...

39
MERT
Büroda oturmuş, harıl harıl çalışıyordum. İçime bir sıkıntı çöreklenmişti. Karım Sevil, bu sabah evden çıkarken, beni yine ilgisizlikle suçlamıştı. Beş aylık hamileydi, belki de sinirli olmasının sebebi buydu. Ama işin gerçeği, evime ve aileme vakit ayırmakta zorlanıyordum.
Bu yaşıma kadar hayatım hep zorluklarla geçmişti. Memleketimiz Amasya�dan annem, babam ve iki küçük kardeşimle birlikte bir kamyon sırtında göçtüğümüzde, dokuz yaşındaydım. Orada da hep yokluk ve yoksulluk yaşamıştık. Yirmi üç yaşımda evlendiğimde, polis akademisini daha bitirmemiştim. İstanbul�da benim gibi namuslu, dürüst ve merhametli bir polis olmak, geçim sıkıntısına mahkûm olmak demektir, ama ben bundan başkasını yapamayacağımı biliyordum.
Başkomiserimiz Kemal Bey, -Allah�ı var- beni seven ve kollayan çok değerli bir polistir. Onun sayesinde sandığa borçlanıp, küçük de olsa bir ev sahibi olmuştuk. Her şeyimizi taksitle ödüyorduk. Buna da şükür, her zaman şükretmek lâzım. Ahh, bir de Sevil alışabilseydi ya kemer-sıkmalı hayatımıza. Şu belâlı işten bir sıyrılsak da, ona ve oğlana biraz vakit ayırabilsem ne iyi olacaktı.
Serdar�ın, Murat�ın ikamet adresinde kimseyi bulamamış olmasına canım sıkılmıştı. Bir de, kayıp kız Yasemin sorunu çıkmıştı şimdi başımıza. Bütün bunları düşünürken, masamdaki telefon çaldı.
�Ağbi, ben marangoz Tamer.
Hah, dur bakalım, belki bu Tamer�den bir şeyler çıkar.
�Bir şeyler buldun mu, Tamer?
�Murat�ın nişanlısının ev adresini ve telefonunu buldum, sana onları vereyim.
�Kızın adı neymiş?
�Kızın adı Selma, ama soyadını yazmamışım. Cep telefonu yokmuş bende. Numarası 26954884.
Evi Gayrettepe�deymiş, yerini de şimdi hatırladım.
�Adresi bana mesaj olarak yani SMS at, olur mu? Başka bir şey yok mu?
�Yaa, sanki bir şeyler hatırlar gibiyim de...
�Neyle ilgili?
�Sanki daha sonra o kızın resmini gazetede görmüştüm. Ama ne ile ilgiliydi, bilmiyorum. Aklımda kalmamış.
�Bu ilginç. Kızın soyadını hatırlasaydın, ben buradan araştırırdım. Neyse...
�Kusura bakma be ağbi, valla not almamışım işte. Bana bir koltuk çıkacak mısın şimdi?
Muhbirler arasında bu adama benzeyenler çoktur. Hemen bir deftere bakıp, beş dakikada parayı kapıp cebe atmak isterler.
�Oğlum, burada bu kadar kolay mı para dağıtıyoruz. Ne zannediyorsun sen ha? Bana Murat ile ilgili bir şeyler söylemelisin, kızla ne konuşuyorlardı, ne iş yaptığını söylemedi mi sana? Hiç mi konuşmadınız, bu kadar zaman?
�Murat, hep soru soran, ama hiçbir şey söylemeyen bir adamdı. Havadan sudan konuşurdu hep. Kızla da önemli bir şeyler konuştularsa bile, benim anladığım bir şey olmadı.
�Peki, kızın hangi şirkette çalıştığını hatırlamadın mı?
�Selma Hanım�ın Ofisi Gayrettepe�deydi diye hatırlıyorum. Çünkü montaj için, bana nişanlısının telefonunu yazdırmıştı. Tabiî ya, o numara Selma Hanım�ın iş telefonu. Evin hemen üst tarafında, caddede bir yerdeydi.
�Şimdi bana geliyorsun, Tamer. Sana burada bir yüzlük hazırladım. Ama gelirken, Selma�nın iş yerini bulup öyle geliyorsun. Oraya gidince hatırlarsın. Değil mi?
�Herhâlde hatırlarım.
�Hatırlamazsan yüzlüğü unut zaten. Ha, oraya gitmişken, kızın hâlâ o adreste oturup oturmadığını da kapıcıdan bir öğreniver. Tamam mı?
�Tamam ağbi. Yarım saat sonra sendeyim.
Asayiş Şube�de, kısıtlı da olsa, böyle bir örtülü ödeneğimiz vardı. Muhbirlere ve bazı belgelenemez giderlere ödemek için ayrılmıştı. Âmirlerin ve komiserlerin yetkisindeydi bu sandık.
Sabah beri, Doktor Nazım bir yandan, Şef ve ben diğer yandan deli gibi araştırıyorduk. Çoğu yerden de elimiz boş dönüyorduk. Benim acilen sahaya çıkıp, birkaç sorgulama yapmam gerekiyordu. Allahtan, Serdar�ın büro dışındaki çalışma hızı ve disiplini gayet iyiydi. Önümdeki dosyaları kapatıp, toparlandım. Şu Tamer�den bilgi alıp harekete geçmeliydim. Şef ve Nazım, büroda yeterince yoğun çalışıyorlardı zaten.
Tam telefona uzanmıştım ki dâhili hattım çaldı, aşağıdaki resepsiyondan arıyorlardı.
�Komiserim, Tamer Bey burada aşağıda, sizinle randevusu varmış. Öyle diyor.
�Gönderin yukarıya hemen, çok çabuk...
Tamer, bir dakikaya kalmadan kapıdan içeri girdi. Hemen konuya girdim, kaybedecek bir an bile yoktu.
�Ne yaptın bakalım?
�Valla, istediğinden de fazlasını halledip öyle geldim, komiserim. Artık bana iki yüzlük çakarsın.
Herife sinirlenmeden çıkıştım. Alışkındım böyle tiplere.
�O kadar param olsa, polis olmazdım. Hadi uzatma anlat, vaktimiz yok.
�Ağbi, ben cebinden ver demiyorum ki. İşi gücü bıraktım, bir sürü araştırma yaptım diyorum sana ağbi. Yan çizeceksen ben gideyim.
Kalkıp gitmeye yeltenen bu uğursuza ansızın tepem atıverdi. Masanın öbür yanında ayağa kalkıp, yakasına yapıştım. Kendime doğru çekince, herifin ayakları yerden kesildi.
�Tehdit mi ediyorsun beni lan?!
�Yok ağbi ben...
�Nereye gidiyormuşsun sen lan?! Burda itin uğursuzun peşinde gebermişiz, bir de beyzadenin kaprisiyle uğraşıcaz. Hadi öt bakalım hemen...
�Yani söylediğin yüzlüğü de mi vermeyeceksin?
Sakin olmam gerektiğini düşünüp, herifi yerine bıraktım. Gömleğinin yakasını düzeltti. Tansiyonumun çıkmış olduğunu hissettim. Sinirlenmek, herkes gibi bana da iyi gelmiyordu.
�Yüzlük tamamdır, bak çekmeceye koydum. Fazlası da, bilgi bizim için hakikaten değerliyse içeriye bildiririm, bir ihtimal olabilir... Ama sen şimdi başlamazsan, hiçbir şey olmaz. Yüz lira almak yerine, sorgu odasını göreceksin birazdan.
�Tamam ağbi. Önce şunu söyleyeyim, kız artık o sokakta oturmuyor.
�Bu kötü işte... Ya şirket?
�Şirket yerinde duruyor. Balova Nakliyat. Şimdi işleri daha da iyi olmuş galiba. Holdingleşmişler mi ne.
�Bırak şimdi palavrayı, sadede gel. Kız orada çalışmıyor muymuş artık?
�Yok ağbi, yukarı çıktım sordum. Yani, bayağı polis gibi sorgu yaptım. Maalesef...
�Nasıl yani? Ne zaman ayrılmış, kovulmuş mu, istifa mı etmiş? Hiçbir ayrıntı sormadın mı?
�Sordum komiserim. Sormaz mıyım hiç... Kızın soyadı Mengenli�ymiş ağbicim, yani Selma Mengenli.
�Eeee?
�Komiserim, kız artık orda çalışmıyor, çünkü zaten çalışamaz yani...
�Çıldırtma oğlum beni!... Neden çalışamazmış?
�İki sene önce, trafik kazasında ölmüş de ondan, sayın komiserim.
Allah kahretsin, şimdi yollarımızdan biri daha tıkanmıştı.

40
CANER
Arzu�ya, Murat ile birlikte nadiren de olsa dışarı çıktıklarında, nerelere gittiklerini sordum. İstanbul�un çeşitli semtlerinde bir sürü yer saydı. Bu semtlerde gittikleri yerlerden hiçbirine, ikinci kere gitmemişlerdi. Murat Efendi, kredi kartı kullanmıyordu, lokantalarda onu eskiden beri tanıyan kimse yoktu, müdavimi olduğu bir bar ya da kafe yoktu...
Herhangi bir arkadaşı, akrabası veya ahbabı ile tanışmış ya da Murat�ı böyle birinden bahsederken duymuş olup olmadığını sordum, cevabı yine �hayır�dı. Telefon konuşmalarını genellikle yalnızken yapmış, bunun dışında Arzu ile ciddi bir şeyler konuşmamıştı.
Kendisi ile ilgili bilgileri bu kadar titizlikle saklayabilen ve bankada hesabı bile olmadan konforlu bir hayat sürdüren bir hırsızın, mutlaka bir örgütle ilişkisi olmalıydı. Bu bağlantıyı öğrenmeden, onu ele geçirmenin çok zor olduğunu düşündüm.
Nazım�ı arayıp, ona Arzu�nun anlattıklarını anlattım ve konu hakkında düşündüklerimi söyledim. Merkezi Bursa�da olan, aşırı milliyetçi ve dinci örgütleri araştıracağını belirtti. Mert ve Serdar�dan ulaşan bilgileri şaşkınlıkla dinledim, durum gittikçe karmaşık hale geliyordu. Karışıklığımı biraz olsun dağıtmak ve Arzu ile daha uygun bir atmosferde konuşmak için, mutfağa geçip güzel yemekler pişirmek istedim birdenbire.
Kafamı dinlendirmek adına yemek yapmayı öteden beri çok severim. Yani yemek dediysem, öyle kimi bekâr erkeklerin yapmış olduğu yumurta kırmak, et kızartmak filan değil, hakikî aşçılık bilgisi ve yeteneği gerektiren rafine lezzetlerden söz ediyorum.
Neredeyse akşam üzeri olmuştu. Sabah kahvaltısını geç etmiştik, bu yüzden öğle yemeğini geçiştirip doğrudan güzel hazırlanmış bir ziyafetin, bozulan sinirlerimize iyi geleceğini de düşündüm. Hem Arzu�nun da dilini daha iyi çözebilirdim böylece. Aslında kızın bir şey saklamaya çalıştığını sanmıyordum. Yalnızca Murat�ın ona anlamlı olabilecek başka bir şey anlatmamış olduğunu takmıştı kafasına. Neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğunu bilemezdi; şeytan çoğu zaman ayrıntıda gizliydi.
Mutfağa geçip, tezgâhı hazırlamaya başladım. Her yeri tertemiz sildim önce. Arzu merakla yanıma yaklaştığında, elimdeki bezi bırakıp ona sevgiyle sarılmak istedim. Pek çok karışık hissi bir arada duyuyordum bu kıza...
�Şimdi seninle kendimize bir şeyler hazırlayalım. Hem sohbet ederiz, eğleniriz ve de güzel lezzetler tatmış oluruz. Nasıl fikir?
�Harika. Sen iyi bir aşçısın galiba.
Arzu, ona uzatmış olduğum önlüğü beline bağladı.
�Nereden anladın?
�Mutfağın düzeninden ve senin tavırlarından bunu anlıyorum. Benim aşçılığımı soracak olursan, üç-beş basit yemek dışında pek bir şey pişiremem.
O sırada evin telefonu çaldı, açtım. Yine onun soluklarını duyuyordum. Bu sefer bir şeyler söylemek istedim.
�Aloo. Murat Efendi sen misin? Yaa, soluk soluğa kalmışsın. Yorma bu kadar kendini.
Karşı taraftaki soluklar sinirli bir halde hızlandı, sonra telefon gürültülü bir şekilde kapandı.
�Kapattı hıyarağası.
Hemen Nazım�ı aradım; telefonumu dinlemeye almıştı, yer tespiti yapmaya çalışacaktı. Murat�ın telefonda yeterli süre kalmadığını söyledi. Arzu, ürkmüş bir yüz ifadesiyle, oturduğu yerden bana doğru bakıyordu. Gülümseyip, onu sakinleştirmeye çalıştım.
�Ellili yıllarda bir dönem, �hıyar� yerine �kanser ilâcı� tabirini kullanmışlar argoda. Sebebi de o yıllarda gazetede çıkan salatalığın -yani hıyarın- kanseri iyileştirdiğine dair bir asparagasmış. Sakın korkma bu herifin telefonlarından. Havlayan köpek ısırmaz.
�Sabahtan beri ikinci oluyor bu. Boş ver, artık korkmuyorum zaten. Bu arada, sen nereden öğrendin yemek yapmasını?
�Allah vergisi bir yetenek diyelim. Ben gerçekten usta bir aşçıyımdır, üzerinize afiyet. Kadınlara yemek pişire pişire ustalaştım.
Arzu, bu lâfıma çok güldü.
�Sen her konuda yeteneklisin bence.
�Ne yazık ki, yetenek başarıyı getirmiyor hayatta...
�Neden kendini başarısız olarak tanımlıyorsun? Anladığım kadarıyla, emniyet teşkilâtının göz bebeği bir dedektifsin. Şef, sen ne dersen yapıyor, istediğin ve yapmayı sevdiğin bir işin var. Yüksek zekâya sahipsin, bilgili, görgülü ve kültürlüsün.
�Yalnızca işe yaramayan konularda bilgiliyimdir. Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi�nin en sadık okuyucusu benim. Bu arada, yemek öncesinde seninle biraz şarap içelim ha, ne dersin?
Yaklaşık bir düzine şarabın bulunduğu, demirden büyük bir kuş kafesini andıran antika şaraplığımdan bir şişe kırmızı şarap seçtim. Zaten bir-iki şişe haricinde, koleksiyonumdaki şarapların hemen hepsi kırmızı olurdu. Beyaz şarap içemiyordum; midemi ekşitiyordu. Arzu teklifimi sevinçle karşıladı.
�Olur tabiî, şaraptan iyi anlıyorsun galiba, ne kadar çok şişen var.
�Özellikle Fransız şaraplarını severim. Paris�te yaşayan ve İstanbul�a sık gelen bir dostum var. O bana getirir. Neredeyse yerli şarap fiyatına...
Tirbuşonla şişenin mantarını çıkarıp, kadehlere koydum.
�Bu şişe, yıllanmış bir Margaux. Süper güzel bir Bordo şarabı. Neden lokantada garson şarabı önce erkeğe tattırır, biliyor musun?
�Şaraptan en iyi erkekler anlar, ondan mı?
�Dünyadaki aroma ve tat alma uzmanlarının çoğu kadındır. Yani garsonun, bir eksper olarak şarabı, masadaki erkeğe tattırmasının anlamı o değil aslında. Bu ilk tadım hikâyesi, esasında antik çağdan kalma. Ev sahibi, içkisinin zehirsiz olduğunu ispat etmek için, misafirin içkisinden bir miktarını kendi kadehine dökmesine izin verir ve ilk yudumu kendisi alırmış. Bak şimdi ben öyle yapmıyorum, hadi hayata ve güzelliğe içelim.
Kadehlerimizi tokuşturup, birer yudum aldık. Arzu eliyle çalışma odamda bulunan kitapları, plâkları ve antika objeleri gösterdi.
�Gördüğüm kadarıyla harika bir evin ve seni mutlu eden merakların var. Ne kadar güzel...
�Evet, hobilerim beni o kadar mutlu ediyor ki, yanımda başka hiç kimseyi istemiyorum ve mutluluğumu paylaşmasınlar diye kadınları mahsus kaçırtıyorum.
Mutfak dolabından bir tepsi ve bir tencere çıkardım. Tencereyi ocağa, fırın tepsisini ise tezgâhın üzerine koydum. Arzu, gülümseyerek, anlamlı bir şekilde göz süzdü.
�Hayatında güzel kadınların var olduğuna eminim, çünkü sende pek az erkeğin sahip olduğu bir cazibe var.
�Bak bunda haklısın. Bir cazibe olduğu kesin. Kadınları tavlıyorum, ama uzun sürmüyor. Gördüğün gibi hep yalnız yaşıyorum.
Tencere�ye ve fırın tepsisine, alt dolaptan çıkardığım fındık yağı şişesinden biraz yağ döküp, yayılmasını sağladım.
�Sen yalnızlığını sorun etmişsin. Çevrendeki insanlara bir bak. Ne kadar çok �ciddi�, yani hakikaten ölümcül derecede �ciddi�, sorun var hayatlarında. İnsan senin hayatında sahip olduklarından başka ne ister?
Bu lâfa gülerken, bir yandan iki baş soğanı ayıklayıp, küçük küpler halinde doğramaktaydım.
�Bu anlattığın mutlu kişi, ben miydim yoksa?
Arzu, sadece gülümsedi ve yine yanağımı okşadı. Doğramış olduğum soğanlar gözlerimi yakmıştı, incecik parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi. Sonra dudaklarımdan öptü.
Ve bu hayatın ağlamaya değmeyeceğini söyledi bana...

DİĞER BÖLÜMLER HAZIRLANMA AŞAMASINDADIR İLGİNİZ İÇİN TESEKKÜRLER!!!!!!!!!!!!!